8 Haziran 2012 Cuma

YAŞAM İÇİN ÖZEL YARATILMIŞ DÜNYA

“Dünya; atmosferi ve okyanuslarıyla, kompleks biyosferiyle, uygun biçimde okside edilmiş kabuğuyla, zengin silisyum yataklarıyla, tortul veya katılaşım kayalarıyla, zengin buz yatakları, çölleri, ormanları, tundraları, otlak alanları, tatlı su gölleri, kömür ve petrol yatakları, yanardağları, hayvanları, bitkileri, manyetik alanı, okyanus dibi şekilleri ve hareketli mağmasıyla… hayranlık uyandıracak derecede kompleks bir sistemdir.”
J. S. Lewis, Amerikalı jeolog (F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 2)
Eğer Güneş Sistemi içinde bir yolculuk yapacak olursanız, oldukça ilginç bir tablo ile karşılaşırsınız. Yolculuğa sistemin en dışından başladığınızı varsayalım. İlk karşılaşacağınız gezegen Pluton’dur. Bu küçük gök cismi, oldukça “soğuk” bir yerdir. Yaklaşık – 238°C kadar!.. Bu dondurucu soğukluk içinde gezegenin çok ince bir atmosferi vardır. Ancak atmosfer, sadece, eliptik bir yörüngeye sahip olan gezegenin Güneş’e yakın olduğu dönemlerde gaz halindedir. Diğer zamanlarda atmosfer bir buz kütlesi haline döşünür. Kısaca Pluton, ölü bir buz yığınıdır.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\EVREN\Digital Universe (22).JPGGüneş Sistemi’nin merkezine biraz daha ilerlediğinizde, Neptün’le karşılaşırsınız. Bu gezegen de oldukça “soğuk”tur: Yüzey sıcaklığı -218°C civarındadır. Hidrojen, helyum ve metan gazlarından oluşan atmosferi insan için zehirlidir. Dahası gezegenin yüzeyinde, hızları saatte 2000 km’ye varan korkunç fırtınalar eser.
Merkeze doğru biraz daha ilerleyince Uranüs’e varırsınız. Uranüs yapısında yüksek oranda kaya ve buz bulunduran bir “gaz gezegen”dir. Atmosfer sıcaklığı -214°C civarındadır. Hidrojen, helyum ve metan içeren atmosfer yaşama kesinlikle uygun değildir.
Yolculuğa devam ettiğinizde Satürn’e varırsınız. Güneş Sistemi’nin bu ikinci büyük gezegeni, etrafındaki halkalarla tanınır. Bu halkalar gaz, buz ve kaya parçalarından oluşmaktadır. Asıl ilginç olan Satürn’ün yapısıdır. Gezegen tam anlamıyla bir gaz gezegendir; kütlesi % 75 oranında hidrojen ve % 25 oranında helyumdan oluşur. Yoğunluğu suyun yoğunluğundan bile düşüktür. Bu nedenle, eğer Satürn’e bir uzay gemisi indirmek isterseniz, bunu yüzebilir bir “şişme bot” olarak tasarlamanız gerekir. Isı yine korkunç derecede düşüktür: -178°C.
Biraz daha ilerlediğinizde Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni olan Jüpiter’e varırsınız. Kütlesi Dünya’nın 318 katı olan Jüpiter de bir gaz gezegendir. Jüpiter gezegeninin atmosferi, yüzeyi ve iç yapısı arasında ayrım yapmak güç olduğundan “atmosfer sıcaklığı” gibi bir kavramı ifade etmek de aynı oranda zordur. Ancak, gezegenin atmosferi sayılabilecek üst kısımlarındaki ısı -143°C’dir. Jüpiter üzerinde bulunan büyük kırmızı renkli lekenin varlığı, Dünya’daki gözlemciler tarafından yaklaşık 300 yıldır bilinmektedir. Bu kırmızı lekenin, içine iki Dünya alacak kadar büyük olan bir fırtınadan başka birşey olmadığı ise çağımızda anlaşılmıştır. Kısaca Jüpiter, üzerinde hiç kara parçası bulunmayan, delici bir soğuğun hüküm sürdüğü, üzerinde yüzlerce yıl süren korkunç fırtınaların yaşandığı, manyetik alanı ile her canlıyı anında öldürecek korkunç, ürpertici bir gezegendir.
Jüpiter’den sonra Mars gelir. Mars’ın atmosferi yoğun karbondioksit içeren zehirli bir karışımdır. Gezegenin üzerinde hiç su yoktur. Yüzeyde büyük göktaşlarının çarpmasıyla meydana gelen dev kraterler dikkat çeker. Çok kuvvetli rüzgarlar ve aylarca süren kum fırtınaları hüküm sürer. Isı – 53°C civarındadır. Hakkında yapılan tüm spekülasyonlara rağmen, Mars ölü bir gezegendir.
Mars’tan sonra karşımıza çıkan mavi gezegeni şimdilik bir kenara bırakalım. Bir sonra varacağımız gezegen Venüs’tür. Venüs’te, daha önce rastladığımız dondurucu soğukların aksine, yakıcı bir sıcaklık hüküm sürer. Isı yüzeyde yaklaşık 450°C’ye kadar ulaşır. Bu, kurşunu bile eritmeye yetecek bir ısıdır. Venüs’ün bir diğer korkunç özelliği, yoğun bir karbondioksit tabakasından oluşan ağır atmosferidir. Atmosfer basıncı, yüzeyde 90 atmosferi bulur. Bu, Dünya’da denizin 1 km derinliğindeki basınca eş değerdir. Venüs’ün atmosferinde ayrıca kilometrelerce kalınlığa sahip sülfürik asit katmanları bulunmaktadır. Bu yüzden gezegene sürekli öldürücü asit yağmurları yağar. Cehennemi andıran böyle bir ortamda, hiçbir canlı yaşayamaz.
Hala Güneş’e doğru ilerlemeye devam ederseniz, sistemin en başındaki Merkür gezegenine ulaşırsınız. Merkür’ün en ilginç özelliği, kendi etrafında olağanüstü derecede yavaş dönmesidir. Kendi etrafındaki dönüş hızı, neredeyse Güneş’in etrafında yaptığı dönüş kadar yavaştır. Öyle ki Merkür Güneş etrafında iki kez döndüğünde, kendi etrafında sadece üç kez dönmüş olur. Yani iki yılı, üç gününe eşittir. Gece ile gündüzün bu kadar uzun sürmesi, gezegenin bir yüzünü kızartırken, öteki yüzünü ise dondurur. Bu nedenle gece ile gündüz arasındaki ısı farkı yaklaşık 1000°C’yi bulmaktadır. Elbette böyle bir ortam, hiçbir canlıyı barındıramaz.
Kısacası, Güneş Sistemi’ndeki bilinen dokuz gezegenin sekizi (ve bunların burada değinmediğimiz 53 uydusu) içinde, yaşama uygun tek bir gök cismi yoktur. Her biri ölü ve sessiz birer madde yığınıdır.
Ancak az önce değinip geçtiğimiz mavi gezegen, işte o diğerlerinden çok farklıdır. Çünkü atmosferinden yeryüzü şekillerine, ısısından manyetik alanına, elementlerinden Güneş’e olan mesafesine kadar, her türlü dengesiyle, tamamen yaşam için özel olarak yaratılmıştır.
“ADAPTASYON” YANILGISINA KARŞI BİR UYARI
Üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin yaşam için özel olarak yaratıldığını ve tüm özelliklerinin bu amaca göre düzenlendiğini detaylı inceleyeceğiz. Ancak bundan önce, konunun doğru olarak anlaşılabilmesi için bir hatırlatma yapmakta yarar var. Bu hatırlatma özellikle evrim teorisini bilimsel bir gerçek sanmaya alışkın olan ve “adaptasyon” kavramına şiddetle inanan kişiler içindir.
Adaptasyon “uyum sağlama” demektir. Tüm canlıların ortak bir atadan tesadüflerle türediklerini savunan evrim teorisi ise, adaptasyon kavramını yoğun biçimde kullanır. Evrimciler, canlıların içinde yaşadıkları ortamlara uyum sağlaya sağlaya sonuçta yepyeni canlı türlerine dönüştükleri iddiasındadırlar. Bu iddia tamamen geçersizdir. Canlıların doğal şartlara uyum sağlama mekanizmalarının sadece belirli sınırlar içinde gerçekleştiğini ve asla bir türü bir başka türe dönüştüremeyeceği konusundaki detaylı bilgileri diğer sitelerimizde bulabilirsiniz. Aslında adaptasyonla evrim kavramı Lamarck döneminin ilkel bilim anlayışının bir kalıntısıdır ve çoktan bilimsel bulgular tarafından reddedilmiştir.( www.aldatmaca.com ,www.hayatingercekkokeni.com , www.evrimincokusu.com )
http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/venus1.jpgVENÜS’ÜN KORKUNÇ YÜZEYİ
Venüs’ün yüzeyindeki ısı yaklaşık 450 C’ye kadar ulaşır. Bu sıcaklık, durşunu bile eritmeye yeter.
Nitekim gezegenin yüzeyi, adeta lavlarla kaplı bir ateş topu gibidir. Sülfürik asit katmanları ile dolu olan atmosfer, sürekli asit yağmurları yağdırır. Atmosfer basıncı ise, Dünya’da denizin 1 km. derinliğindeki basınca eş değerdir.
Ancak bilimsel bir temeli olmamasına rağmen, adaptasyon fikri çoğu kişiyi etkiler. Özellikle de burada anlatacağımız konu açısından. Bu kişiler, kendilerine Dünya’nın yaşam için özel bir gezegen olduğu anlatıldığında, hemen “bu tür bir gezegenin şartlarında böyle bir yaşam çıkmış, başka gezegenlerde ise başka türlü yaşamlar gelişebilir” gibi bir düşünceye kapılırlar. Örneğin Dünya üzerinde bizim gibi insanlar yaşarken, Pluton gibi bir gezegenin üzerinde de, -238°C derecede terleyen, oksijen yerine helyum soluyan ya da su yerine sülfürik asit içen küçük yeşil adamların yaşayabileceğini düşünürler. Hollywood stüdyolarında çevrilen ve bu hayali küçük yeşil adamları resmeden birtakım bilim-kurgu filmleri de, bu kişilerin hayal güçlerini fazlasıyla besler.
Oysa bu hayal gücünün temelinde cehalet yatmaktadır. Nitekim biyoloji ve biyokimya hakkında bilgisi olan evrimciler bu gibi fantezileri savunmazlar. Çünkü hayatın sadece belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabileceğini gayet iyi bilirler. Küçük yeşil adamlar masalını savunanlar, hemen her zaman için, evrim kavramına körü körüne inanan, ama biyoloji ve biyokimya hakkında pek bir şey bilmeyen ve bu bilgisizliğin verdiği cesaretle uydurma senaryolar üreten kişilerdir.
Bu nedenle, söz konusu adaptasyon yanılgısını ortadan kaldırmak için belirtelim: Hayat sadece belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabilir. Bilimsel gerçekliği olan yegane hayat modeli “karbon temelli bir hayat”tır ve bilimadamları evrenin hiçbir noktasında başka tür bir fiziksel hayatın olamayacağı sonucuna varmışlardır.
Karbon, periyodik tablodaki altıncı elementtir. Bu atom Dünya üzerindeki yaşamın temelidir, çünkü bütün temel organik moleküller (aminoasitler, proteinler, nükleik asitler gibi) karbon atomunun diğer bazı atomlarla çeşitli şekillerde birleşmesiyle oluşur. Karbon, hidrojen, oksijen ve azot gibi diğer atomlarla birleşerek vücudumuzdaki milyonlarca farklı tür proteini meydana getirir. Karbonun yerini tutabilecek başka bir element yoktur; çünkü ilerleyen bölümlerde inceleyeceğimiz gibi, başka hiçbir element, karbon gibi sınırsız türde bağ yapma özelliğine sahip değildir.
Dolayısıyla evrendeki herhangi bir gezegende hayat var olacaksa, bu mutlaka “karbon temelli” bir hayat olmak durumundadır. Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 106
Karbon temelli yaşamın ise değişmez bazı kuralları vardır. Örneğin karbon temelli organik bileşikler (örneğin proteinler) sadece belirli bir ısı aralığında var olabilirler. 120 °C’den yüksek ısılarda parçalanmaya, -20 °C’den düşük ısılarda donmaya başlarlar. Sadece ısı değil, ışık, yerçekimi, atmosfer bileşimi, manyetik güç gibi etkenlerin de karbon bazlı bir yaşama izin verebilmeleri için çok dar ve belirli bazı sınırlar içinde olmaları gerekmektedir. Dünya, işte tam bu dar ve belirli çerçevedeki sınırlara sahiptir. Eğer bu sınırların herhangi biri bozulsa, örneğin Dünya’nın yüzey ısısı 120°C’yi aşsa, artık Dünya üzerinde yaşam olamaz.
Bu yüzden, ne Dünya’nın ne de bir başka gezegenin üzerinde – 238°C derecede terleyen, oksijen yerine helyum soluyan ya da su yerine sülfürik asit içen küçük yeşil adamların yaşaması mümkün değildir. Hayat, ancak çok özel ve belirli şartların yerine getirildiği bir ortamda var olabilir. Bir başka deyişle, canlılar, ancak kendileri için özel olarak tasarlanmış bir mekanda yaşayabilir.
Dünya, işte bu özel olarak tasarlanmış mekandır. www.evrenmucizesi.com

DÜNYANIN KÜTLESİ VE MANYETİK ALANI

Dünya’nın Güneş’e olan mesafesi, dönüş hızı ya da yeryüzü şekilleri kadar, büyüklüğü de önemlidir. Dünyamız’ı, Dünya’nın kütlesinin sadece % 8′i kadar bir kütleye sahip olan Merkür’le, ya da Dünya’dan 318 kat daha büyük bir kütleye sahip olan Jüpiter’le karşılaştırdığımızda, gezegenlerin çok farklı büyüklüklere sahip olabileceklerini görürüz. Peki acaba bu kadar farklı büyüklükteki gezegenler içinde, Dünyamız’ın büyüklüğü tesadüfen mi belirlenmiştir?
Hayır! Yerkürenin özelliklerini incelediğimizde, üzerinde yaşadığımız bu gök cisminin tam olması gerektiği büyüklükte olduğunu görürüz. Amerikalı jeologlar Press ve Siever, Dünya’nın bu yönden “uygunluğu” hakkında şu bilgileri verirler:
Dünya’nın büyüklüğü tam olması gerektiği kadardır. Daha küçük olsa yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosferi Dünya’nın etrafında tutamayacaktı, daha büyük olsaydı bu kez de yerçekimi çok artacak ve bazı zehirli gazları da tutarak atmosferi öldürücü hale getirecekti…  F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4
Dünya’nın kütlesinin yanısıra, iç yapısı da yaşam için özel bir tasarıma sahiptir. Bu iç yapıdaki tabakalar sayesinde, Dünya bir manyetik alana sahiptir ve bu manyetik alan yaşamın korunması için çok önemlidir. Press ve Siever bu konuyu şöyle açıklarlar:
Dünya’nın çekirdeği ise çok büyük bir hassasiyetle dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen bir ısı motorudur… Eğer bu motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki yapılarına ulaşamazlardı… Demir hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı çekirdeğe inmezdi ve böylece Dünya’nın manyetik alanı hiçbir zaman oluşmazdı… Eğer Dünya’nın daha fazla radyoaktif yakıtı olsaydı ve dolayısıyla daha hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik bulutlar Güneş’i kapatacak kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale gelir ve Dünya yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve depremlerle sarsılırdı. F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4
http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/isimotoru2.jpg
Dünya’nın merkezinde bir tür ıısı motoru vardır. Bu öylesine kusursuz bir biçimde ayarlanmıştır ki, hem Dünyayı koruyan manyetik alanı oluşturacak kadar güçlü, hem de yerkabuğunu lavlara boğmadan taşıyacak kadar dengelidir.
Press ve Siever’ın sözünü ettikleri manyetik alan, yaşamımız için büyük öneme sahiptir. Bu manyetik alan, yukarıda belirtildiği gibi, yerkürenin çekirdeğinin yapısından kaynaklanır.
Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bu alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur. Güneş dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya’nın etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya’nın on binlerce kilometre uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları, Dünya’yı bu öldürücü enerjiden korur.
Söz konusu plazma bulutlarının, kimi zaman Hiroşima’ya atılan gibi 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Aynı şekilde kozmik ışınlar da çok şiddetli olabilirler. Ama Dünya’nın manyetik alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece % 0.1′ni geçirmekte ve kalan bu binde birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu manyetik alanı üretmek için kullanılan elektrik enerjisi bir milyar amperlik bir akımdır ki, insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik enerjisinin toplamına yakındır.
Eğer Dünya’nın bu manyetik kalkanı olmasa, yeryüzündeki yaşam sık sık öldürücü ışınlarla tahrip edilecek, belki de hiç var olmayacaktı. Ama Press ve Sevier’in belirttiği gibi, yerkürenin çekirdeği tam olması gerektiği gibi olduğu için, Dünya bu şekilde korunur.
Bir başka deyişle, gökyüzünde, Kuran’daki “gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar” ayetiyle (Enbiya Suresi, 32) dikkat çekildiği gibi, bizler için kurulmuş özel bir koruyucu kalkan vardır.
ATMOSFERİN UYGUNLUĞU
http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/atmosfer2.jpgDünya, şimdiye kadar incelediğimiz gibi, hem yaşam için gerekli sıcaklığa, hem gerekli kütleye, hem de yaşamı koruyan özel kalkanlara sahiptir. Ama bunlar Dünya üzerinde canlılığın var olması için yeterli şartlar değildir. Çok önemli bir başka şart, atmosferin yapısıdır.
Bilimkurgu filmleri, insanları kimi zaman yanlış yönlendirirler. Bunun bir örneği, bu filmlerde sık sık rastlanan “kolay atmosfer uygunluğu”dur. Uzay gemisiyle uzak bir gezegene yaklaşan insanlar, gezegene inmeden önce atmosferinin solunabilir olup olmadığına bakarlar.
Genellikle de solunabilir bir atmosfer çıkar. Bu senaryolar, insanoğlunun kolaylıkla ve tesadüfen uygun atmosferler bulabileceği gibi bir izlenim vermektedir. Oysa eğer gerçekten uzay gemileri ile evrenin derinliklerinde gezinseydik, Dünya dışındaki bir başka gezegende solunabilir bir atmosfer bulmak, neredeyse imkansız olurdu. Çünkü Dünya’nın atmosferi, yaşam için gerekli son derece özel şartları biraraya getirerek tasarlanmış olağanüstü bir karışımdır.
Dünya atmosferi, % 77 azot, % 21 oksijen ve %1 oranında karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından oluşur. Öncelikle bu gazların en önemlisi ile, oksijenle başlayalım. Oksijen çok önemlidir, çünkü insan gibi kompleks bedenlere sahip canlıların enerji elde etmek için kullandıkları çoğu kimyasal reaksiyon oksijen sayesinde gerçekleşir. Karbon bileşikleri oksijenle reaksiyona girerler. Reaksiyon sonucunda su, karbondioksit ve enerji açığa çıkar. Hücrelerimizde kullandığımız ve ATP (adenosin trifosfat) adı verilen enerji paketçikleri, bu reaksiyonla ortaya çıkarlar. İşte biz de bu nedenle sürekli olarak oksijene ihtiyaç duyarız ve bu ihtiyacı karşılamak için solunum yaparız.
http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/yangin.jpgİşin ilginç yanı, soluduğumuz havadaki oksijen oranının, son derece hassas dengelerle tespit edilmiş oluşudur. Michael Denton, bu konuda şunları yazar:
Atmosferimiz daha fazla oksijen içerebilir ve buna rağmen hayatı destekleyebilir miydi? Hayır! Oksijen çok reaktif bir elementtir. Şu anda atmosferde bulunan okijeninin oranı, yani yüzde 21, yaşamın güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam ideal noktasındadır. Yüzde 21′in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı, bir yıldırımın orman yangını başlatma olasılığını % 70 artıracaktır. Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 121
İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise aynı konu hakkında şöyle yazar:
Yüzde 25′lik bir oksijen oranının daha yukarısında, şu anda kullandığımız bitkisel besinlerin çok azı, tüm tropik ormanları ve arktik tundraları yok edecek olan dev yangınlardan korunabilirdi… Atmosferin şu anki oksijen oranı, tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamdadır. James J. Lovelock, Gaia, Oxford: Oxford University Press, 1987, s. 71
Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması da, mükemmel bir “geri dönüşüm” sistemi sayesinde gerçekleşir. Hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini gerçekleştirir, ve karbondioksiti hayat verici oksijene çevirerek canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.
Bu iki canlı grubu, yani bitkiler ve hayvanlar, eğer aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi Dünya çok kısa sürede yaşanılmaz bir gezegene dönüşürdü. Örneğin hem hayvanlar hem de bitkiler oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede “yanıcı” bir özellik kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya dev bir “tüp patlaması”yla yanarak kavrulurdu. Öte yandan eğer hem bitkiler hem de hayvanlar karbondioksit üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen “boğularak” toplu halde ölmeye başlarlardı.
Ancak canlılığın dengesi öylesine kusursuzca kurulmuştur ki, atmosferdeki oksijen oranı hep canlılık içinde en ideal olan oranda, Lovelock’ın ifadesiyle “tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamda” durmaktadır.
Atmosferin çok iyi bir biçimde dengelenmiş bir başka yönü ise, onu solumamızı sağlayan ideal yoğunluğudur. www.detaysanati.com
ATMOSFER VE NEFES
Hayatımızın her dakikasında nefes alırız. Sürekli olarak ciğerlerimize hava çeker ve hemen sonra da aynı havayı geri veririz. Bunu o kadar çok yaparız ki, “normal” bir işlem olduğunu düşünürüz. Oysa gerçekte nefes almak çok kompleks bir olaydır.
Vücut sistemimiz öyle bir biçimde ayarlanmıştır ki, nefes alırken bu işi düşünmemize gerek kalmaz. Yürürken, koşarken, kitap okurken hatta uyurken, vücudumuz sürekli olarak ne kadar nefes almamız gerektiğini hesaplar ve ciğerlerimizi ona göre çalıştırır. Nefes almaya bu kadar çok ihtiyaç duymamızın nedeni, vücudumuzda her saniye gerçekleşen milyarlarca ayrı işlemin, hep oksijen sayesinde gerçekleşen reaksiyonlardan enerji sağlamasıdır.
Şu anda bu yazıyı okuyabilmeniz, gözünüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücrenin sürekli olarak oksijenle beslenmesi sayesinde mümkün olmaktadır. Eğer kanınızdaki oksijen oranı düşerse, “gözünüz kararır”. Bunun gibi, vücuttaki tüm kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin tümü, karbon bileşiklerini “yakarak” yani oksijenle reaksiyona sokarak enerji elde eder. Bu enerji elde edildiğinde ise ortaya vücuttan atılması gereken karbondioksit çıkar.
İşte bunun için nefes alırız. Havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küçük odacığa oksijen dolar. Bu odacıkların duvarlarını kaplayan kılcal damarlar hemen bu oksijeni çekerler ve önce kalbe sonra da vücudun her tarafına taşırlar. Kılcal damarlar oksijeni içeri alırken, aynı anda da atık madde olan karbondioksiti bırakırlar. Yarım saniye sürmeyen bu işlem sayesinde, içimize çektiğimiz temiz (oksijenli) havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz.
Akciğerlerimizde neden 300 milyon odacık olduğunu düşünebilirsiniz. Bundaki amaç, ciğerin hava ile temas eden alanını maksimuma çıkarmaktır. Odacıklar sayesinde sıkıştırılmış olan bu alan gerçekte o kadar büyüktür ki, eğer bu alanı ciğerin içinden çıkarıp düz bir yüzeye yaysak, bir tenis kortu kadar yer kaplar.
Burada bir noktaya dikkat edelim: Akciğerlerin içindeki odacıkların ve dolayısıyla bu odacıklara giden kanalların bu kadar dar olması, oksijen solunumunu artırmak için yapılmış harika bir tasarımdır. Ama bu tasarım, bir başka şartın yerine gelmesine bağlıdır: Havanın yoğunluğunun, akışkanlığının ve basıncının, bu kadar dar kanallar içinde rahatlıkla hareket edebilecek değerlerde olmasına.
Havanın basıncı 760 mm Hg’dir. Yoğunluğu, deniz seviyesinde, litre başına bir gram civarındadır.
Deniz yüzeyindeki akışkanlığı ise, suyun elli katı kadar fazladır. Birer önemsiz rakam sanabileceğimiz bu değerler, gerçekte bizim yaşamımız için çok kritiktirler. Çünkü, “hava soluyan canlıların var olabilmesi için, atmosferin genel karakteristik özellikleri-yoğunluğu, akışkanlığı, basıncı vs.-şu anda sahip oldukları değerlere çok çok benzer olmak zorundadır”. Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 127
Nefes alırken ciğerlerimiz “hava direnci” denen bir güce karşı enerji kullanırlar. Hava direnci, havanın harekete karşı gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ancak bu direnç, atmosferin özellikleri sayesinde çok zayıftır ve ciğerlerimiz kolaylıkla havayı içeri çekip dışarı itebilirler. Bu direncin biraz artması ise, ciğerlerimizin zorlanmaya başlamasına neden olacaktır. Buradaki mantık bir örnekle açıklanabilir: Bir enjektörün iğnesinden su çekmek kolaydır, ama aynı iğneyle bal çekmek çok daha zordur. Çünkü bal, sudan daha az akışkanlığa ve daha yüksek bir yoğunluğa sahiptir.
İşte eğer atmosferin yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerleri biraz farklılaşsa, nefes almak bizim için bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktır. Bu durum karşısında “o zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir” diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesini önermek ise yanlıştır.
Çünkü o zaman ciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşmaktadır. Yani havanın yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerlerinin mutlaka belirli bir aralık içinde olması şarttır, ve bugün soluduğumuz havanın sahip olduğu değerler, tam da bu dar aralığın içindedir.
Michael Denton, bu konu hakkında şu yorumu yapar:
Eğer havanın yoğunluğu ya da durgunluğu biraz daha fazla olsaydı, hava direnci çok büyük oranlara çıkacaktı ve hava soluyan bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen oranını sağlayacak bir solunum sistemi tasarlamak imkansız hale gelecekti… Muhtemel atmosfer basınçları ile muhtemel oksijen oranlarını karşılaştırarak “hayat için uygun” bir rakamsal değer aradığımızda, çok sınırlı bir aralıkla karşılaşırız. Hayat için gerekli olan çok fazla şartın hepsinin bu küçük aralıkta gerçekleşmesi-ve atmosferin de bu aralıkta olması-elbette ki çok olağanüstü bir uyumdur. Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 128
Atmosferin rakamsal değerleri, sadece bizim solunumumuz için değil, mavi gezegenin “mavi” olarak kalması için de önemlidir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden beşte bir kadar azalsa, denizlerdeki buharlaşma oranı çok fazla yükselecek ve atmosferde çok yüksek oranlara varacak olan su buharı tüm Dünya üzerinde bir “sera etkisi” oluşturarak gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltecektir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı oranı büyük ölçüde azalacak ve Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecektir.
Tüm bu dengeler, Dünya’nın diğer özellikleri gibi atmosferinin de insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını göstermektedir. Bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, bizlere evrenin başıboş bir madde yığını olmadığını bir kez daha ispatlamaktadır. Elbette ki, tüm evrene hakim olan, maddeyi dilediği gibi şekillendiren, galaksileri, yıldızları ve gezegenleri kudreti altında tutan bir Yaratıcı vardır.
O üstün Yaratıcı, Kuran’da bizlere öğretmiş olduğu gibi, tüm evrenin Rabbi olan Allah’tır.
Üzerinde yaşadığımız mavi gezegen ise, Allah tarafından bizim yaşamımız için özel olarak düzenlenmiş, Kuran’da ifade edildiği gibi dünya insan için “serilip-döşenmiştir“. (Naziat Suresi, 30) Allah’ın Dünya’yı insan için yarattığını bildiren diğer bazı ayetler ise şöyledir:
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne Yücedir. (Mümin Suresi, 64)
Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O’dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O’nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır. (Mülk Suresi, 15)

EVRENDEKİ EN DÜŞÜK KUVVET: YERÇEKİMİ KUVVETİ

Evrendeki fizik kurallar Büyük Patlama’nın ardından ortaya çıkmıştır. Bu kurallar bugün modern fiziğin kabul ettiği “dört temel kuvvet” çevresinde toplanır. Bu kuvvetler evrendeki bütün düzeni ve sistemi oluşturmak için Büyük Patlama’dan hemen sonra, ilk atom altı parçacıkların oluşumuyla birlikte ve özel olarak belirlenmiş zamanlarda ortaya çıkmışlardır. Atomlar, yani madde evreni, ancak bu kuvvetlerin etkisiyle var olabilmiş ve evrene çok düzenli bir tasarımla dağılmışlardır. Bu kuvvetler yerçekimi kuvveti olarak bildiğimiz kütle çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer kuvvettir. Bunların hepsi birbirinden farklı şiddete ve etki alanına sahiptir. Güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler sadece atomun yapısını belirlerler. Diğer iki kuvvet, yani yerçekimi ve elektromanyetizma ise, atomların arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla tüm maddesel objeler arasındaki dengeyi belirlerler. Yeryüzündeki bu kusursuz düzen, bu kuvvetlerin çok hassas değerlerinin bir sonucudur. İlginç olan ise bu kuvvetlerin birbirleri ile karşılaştırıldıklarında ortaya çıkan tablodur. Çünkü Big Bang sonrasında ortaya çıkan ve evrene dağılan maddeler, aralarında uçurumlar olan bu kuvvetlere göre belirlenmiştir. Bu kuvvetlerin farklı değerlerini birbirlerine oranla şöyle gösterebiliriz:
Güçlü nükleer kuvvet:
15
Zayıf nükleer kuvvet:
7.03 x 10-3
Yer çekimi kuvveti:
5.90 x 10-39
Elektromanyetik kuvvet:
3.05 x 10-12
Bu temel kuvvetler, mükemmel bir güç dağılımı ile madde evreninin oluşmasına imkan verirler. Kuvvetler arasındaki bu oran o kadar hassas bir denge üzerine kuruludur ki, ancak ve ancak bu oranlarla parçacıklar üzerinde gereken etkiyi yapabilirler.
1. ÇEKİRDEKTEKİ DEV GÜÇ: GÜÇLÜ NÜKLEER KUVVET
Çevremizde gördüğümüz her şeyin, kendimiz de dahil olmak üzere atomlardan oluştuğunu ve bu atomların da pek çok parçacıktan meydana geldiğini biliyoruz. Peki bir atomun çekirdeğini oluşturan tüm bu parçacıkları bir arada tutan güç nedir? İşte çekirdeği bir arada tutan ve fizik kurallarının tanımlayabildiği en şiddetli kuvvet olan bu kuvvet, “güçlü nükleer kuvvet”tir.www.atommucizesi.com
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\HAKİKATLER\atomic_model.jpgBu kuvvet atomun çekirdeğindeki protonların ve nötronların dağılmadan bir arada durmalarını sağlar. Atomun çekirdeği bu şekilde oluşur. Bu kuvvetin şiddeti o kadar fazladır ki, çekirdeğin içindeki protonların ve nötronların adeta birbirine yapışmasını sağlar. Bu yüzden bu kuvveti taşıyan çok küçük parçacıklara Latince’de “yapıştırıcı” anlamına gelen “gluon” denilmektedir. Bu yapışmanın şiddeti çok hassas ayarlanmıştır. Bu yapıştırıcının kuvveti protonların ve nötronların birbirlerine istenilen mesafede bulunmalarını sağlamak için özel olarak tespit edilmiştir. Söz konusu kuvvet biraz daha yapıştırıcı olsa protonlar ve nötronlar birbirlerinin içine geçecek, biraz daha az olsa dağılıp gideceklerdi. İşte bukuvvet Büyük Patlama’nın ilk saniyelerinden beri atomun çekirdeğinin oluşması için gerekli olan yegane değere sahiptir.
Güçlü nükleer kuvvetin açığa çıktığı zaman ne kadar büyük tahrip gücü olduğunu bize Hiroşima ve Nagazaki’deki tecrübeler göstermiştir. İlerleyen bölümlerde daha ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz atom bombalarının bu denli etkili olmasının tek sebebi atom çekirdeğinde saklanan bu gücün açığa çıkmasıdır.
2. ATOMUN EMNİYET KEMERİ: ZAYIF NÜKLEER KUVVET
Şu an yeryüzündeki düzeni sağlayan en önemli etkenlerden biri de atomun kendi içinde dengeli bir yapıya sahip olmasıdır. Bu denge sayesinde maddeler bir anda bozulmaya uğramaz ve insanlara zarar verebilecek ışınları yaymaz. Atom bu dengesini çekirdeğindeki protonlarla nötronlar arasında var olan”zayıf nükleer kuvvet” sayesinde elde eder. Bu kuvvet özellikle içinde fazla nötron ve proton bulunduran çekirdeklerin dengesini sağlamada önemli bir rol oynar. Bu dengeyi sağlarken gerekirse bir nötron protona dönüşebilir.
Bu işlem sonucunda çekirdekteki proton sayısı değiştiği için, artık atom da değişmiş, farklı bir atom olmuştur. Burada sonuç çok önemlidir. Bir atom parçalanmadan, başka bir atoma dönüşmüş ve varlığını korumaya devam etmiştir. İşte bu şekilde de canlılar kontrolsüz bir şekilde çevreye dağılıp insanlara zarar verecek parçacıklardan gelebilecek tehlikelere karşı adeta bir emniyet kemeri gibi korunmuş olur.
3. ELEKTRONLARI YÖRÜNGEDE TUTAN KUVVET: ELEKTROMANYETİK KUVVET
Bu kuvvetin keşfedilmesi fizik dünyasında bir çığır açtı. Her cismin kendi yapısal özelliğine göre bir “elektrik yükü” taşıdığı ve bu elektrik yükleri arasında bir kuvvet olduğu öğrenilmiş oldu. Bu kuvvet zıt elektrik yüklü parçacıkların birbirini çekmesini, aynı yüklü parçacıkların da birbirlerini itmelerini sağlar. Bu sayede bu kuvvet atomun çekirdeğindeki protonlarla çevresindeki yörüngelerde dolaşan elektronların birbirlerini çekmelerini sağlar. İşte bu şekilde atomu oluşturacak iki ana unsur olan “çekirdek” ve “elektronlar” bir araya gelme fırsatı bulurlar.
Bu kuvvetin şiddetindeki en ufak bir farklılık elektronların çekirdek etrafından dağılmasına ya da çekirdeğe yapışmasına neden olur. Her iki durumda da atomun, dolayısıyla madde evreninin oluşması imkansız hale gelir. Oysa bu kuvvet ilk ortaya çıktığı andan itibaren sahip olduğu değer sayesinde çekirdekteki protonlar elektronları atomun oluşması için gereken en uygun şiddette çeker.
4. EVRENİ YÖRÜNGELERDE TUTAN KUVVET: YERÇEKİMİ KUVVETİ
Bu kuvvet algılayabildiğimiz tek kuvvet olmasına rağmen, aynı zamanda da hakkında en az bilgi sahibi olduğumuz kuvvettir. Yerçekimi olarak bildiğimiz bu kuvvetin gerçek adı “kütle çekim kuvveti”dir. Şiddeti diğer kuvvetlere göre en düşük kuvvet olmasına rağmen, çok büyük kütlelerin birbirini çekmelerini sağlar. Evrendeki galaksilerin, yıldızların birbirlerinin yörüngelerinde kalmalarının nedeni bu kuvvettir. Dünyanın ve diğer gezegenlerin Güneş’in etrafında belirli bir yörüngede kalabilmelerinin nedeni de yine yerçekimi kuvvetidir. Bizler bu kuvvet sayesinde yeryüzünde yürüyebiliriz. Bu kuvvetin değerlerinde bir azalma olursa yıldızlar yerinden kayar, dünya yörüngesinden kopar, bizler dünya üzerinden uzay boşluğuna dağılırız. En ufak bir artma olursa da yıldızlar birbirine çarpar, dünya güneşe yapışır ve bizler de yer kabuğunun içine gireriz.
Tüm bunlar çok uzak ihtimaller olarak görülebilir, ama bu kuvvetin şu an sahip olduğu şiddetinin dışına çok kısa bir süre dahi çıkması, bu sonlarla karşılaşmak için yeterlidir.
http://www.harunyahya.org/bilim/hy_atom_mucizesi/res/016.jpg
Yerçekiminin olmadığı bir ortamda ancak özel düzenekler kullanılarak belli bir süre kalınabilir. Çünkü canlılar ancak yerçekiminin var olduğu bir sistemde hayatını devam ettirebilir.
Bu konuda araştırma yapan bütün bilim adamları bahsettiğimiz temel kuvvetlerin büyük bir özenle tespit edilmiş olmasının, evrenin varlığı için vazgeçilmez olduğunu kabul etmektedir.
Ünlü moleküler biyolog Michael Denton, Nature’s Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe (Doğanın Kaderi:
Biyoloji Kanunları Evrendeki Amacı Nasıl Gösteriyor) adlı kitabında bu gerçeği şöyle vurgular:
Eğer yerçekimi kuvveti bir trilyon kat daha güçlü olsaydı, o zaman evren çok daha küçük bir yer olurdu ve ömrü de çok daha kısa sürerdi. Ortalama bir yıldızın kütlesi, şu anki Güneşimiz’den bir trilyon kat daha küçük olurdu ve yaşama süresi de bir yıl kadar olabilirdi. Öte yandan, eğer yerçekimi kuvveti birazcık bile daha güçsüz olsaydı, hiçbir yıldız ya da galaksi asla oluşamazdı. Diğer kuvvetler arasındaki dengeler de son derece hassastır. Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman evrendeki tek kararlı element hidrojen olurdu. Başka hiçbir atom oluşamazdı. Eğer güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvete göre birazcık bile daha güçlü olsaydı, o zaman daevrendeki tek kararlı element, çekirdeğinde iki proton bulunduran bir atom olurdu. Bu durumda evrende hiç hidrojen olmayacak, yıldızlar ve galaksiler oluşsalar bile, şu anki yapılarından çok farklı olacaklardı. Açıkçası, eğer bu temel güçler ve değişkenler şu anda sahip oldukları değerlere tamı tamına sahip olmasalar, hiçbir yıldız, süpernova, gezegen ve atom olmayacaktı. Hayat da olmayacaktı. Michael Denton, Nature’s Destiny:How The Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe, The New York: The Free Press,1998, s.12-13
Ünlü fizikçi Paul Davies ise, evrendeki fizik yasalarının bu tespit edilmiş ölçüleri karşısındaki hayranlığını şöyle ifade eder:Ve insan kozmolojiyi araştırdıkça, inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir. Evrenin başlangıcı hakkındaki son bulgular, genişlemekte olan evrenin, hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır. Paul Davies, The Accidental Universe, Cambridge: Cambridge University Press, 1982, Önsöz.
http://www.harunyahya.org/bilim/hy_atom_mucizesi/res/017.jpg
Tüm evrende yerçekimi gibi temel kuvvetlerin üzerine kurulmuş üstün bir tasarım ve kusursuz bir düzen hüküm sürmektedir. Bu düzenin Sahibi elbette her şeyi kusursuzca yoktan var eden Allah’tır. Çağdaş fizik ve astronominin en önde gelen kurucusu ve “yaşamış en büyük bilim adamı” sayılan Isaac Newton (1642-1727) bu gerçeği şu şekilde ifade eder: “Güneş sisteminin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların harika sistemleri yalnızca akıllı ve güçlü bir varlığın kudretiyle sürebilir. Bu varlık her şeyi yönetir, yalnızca dünyanın ruhunu değil, her şeyi, O Allah’tır.”
Tüm evrende bu temel kuvvetlerin üzerine kurulmuş üstün bir tasarım ve kusursuz bir düzen hüküm sürmektedir. Bu düzenin Sahibi elbette her şeyi kusursuzca yoktan var eden Allah’tır. En küçük kuvvetle yıldızları yörüngelerinde tutan, en şiddetli kuvvetle küçücük atomun çekirdeğini kaynaştıran alemlerin Rabbi olan Allah’tır. Bütün kuvvetler O’nun koyduğu “ölçü”lere göre hareket eder. Allah evrenin yaratılışındaki düzene, “belli bir ölçüyle” hesaplanmış dengelere bir Kur’an ayetinde söyle dikkat çekmiştir:
Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
KURAN’DAN İŞARETLER
Biz yeryüzünü bir toplanma yeri kılmadık mı? (Mürselat Suresi, 25)
Yukarıdaki ayette “toplanma yeri” olarak çevrilen “kifaten” kelimesi, “canlıların, meskenlerinde toplanıp himaye edilmeleri, barınmaları; canlı ve cansızların toplandıkları yerler; üzerinde şeyler yığılan; toplanan yer” anlamlarını taşımaktadır. Yeryüzünün bir “toplanma yeri” olduğunu bildirmek için kullanılan bu kelime -kifaten- Arapça’da “kefete” kökünden türetilmiştir ve “toplamak, kendine çekmek, kucaklamak” anlamlarına gelmektedir.
Bilindiği gibi yeryüzü, yerçekimi kuvveti etkisiyle insanları ve üzerinde barındırdığı tüm canlı ve cansız varlıkları merkezine doğru çekmektedir. Ayette geçen “kendine çekmek” fiili ile yeryüzünün bu çekim kuvvetine bir yönüyle işaret ediyor olması muhtemeldir. (En doğrusunu Allah bilir.)
Dünya üzerinde hayvanları, bitkileri, insanları ve diğer tüm varlıkları kendine doğru çeken yerçekimi sayesinde, insanların yere basmaları, cisimlerin uçmadan kondukları zeminde durmaları, atmosferin dağılmadan Dünya’yı çevrelemesi, yağmurun yeryüzüne düşmesi mümkün olur.
Tarihteki en büyük bilim adamlarından kabul edilen Isaac Newton yerin bu özelliğini araştırmış ve 1687 yılında ilk kez Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) adlı eserinde yerçekiminden söz ederek, tüm zamanların en büyük bilimsel keşiflerinden birini yapmıştır. Hatta, Newton’un yerçekimi kuvvetinden bahsederken kullandığı Latince “attraere” kelimesi de, “çekme, biraraya getirme” anlamını taşımaktadır.
Ancak 17. yüzyılda tanımlanan Dünya’nın dört büyük kuvvetinden birisine, Kuran’da dikkat çekilmesi, Kuran’ın Allah’ın Katından indirildiğinin delillerinden sadece biridir.

YERYÜZÜNDEKİ MUAZZAM ISI DENGESİ

Yeryüzünün ısısı çok özel bir aralıkta düzenlenmiştir. Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever, Dünya yüzeyinin ısısındaki ince ayara dikkat çekmişlerdir. Belirttiklerine göre, “yaşam sadece çok sınırlı bir ısı aralığında mümkündür ve bu ısı aralığı Güneş’in ısısı ile mutlak sıfır arasındaki muhtemel ısıların yaklaşık % 1′lik bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünya’nın ısısı ise tam bu dar aralıktadır.” (F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4)
Bu ısı aralığının korunması, elbette Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar, Güneş’in yaydığı ısı enerjisi ile de yakından ilişkilidir. Hesaplara göre Dünya’ya ulaşan Güneş enerjisindeki % 10′luk bir azalma yeryüzünün metrelerce kalınlıkta bir buzul tabakası ile örtülmesiyle sonuçlanacaktır. Enerjinin biraz artması halinde ise tüm canlılar kavrularak öleceklerdir.
Dünya’nın ideal olan ısısının, gezegen içinde dengeli olarak dağıtımı da son derece önemlidir. Nitekim bu dengenin sağlanması için çok özel bazı tedbirler alınmıştır. Örneğin, Dünya’nın ekseninin 23 derece 27 dakikalık eğimi, kutuplarla ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel oluşturabilecek aşırı sıcaklığı önler. Eğer bu eğim olmasaydı, kutup bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık farkı çok daha artacak ve yaşanabilir bir atmosferin var olması imkansızlaşacaktı.
Dünya’nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı da ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi etrafını dolaşır ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Bu dengenin önemi, bir günü bir yılından daha uzun süren (yani kendi etrafındaki dönüşü, Güneş etrafındaki dönüşünden daha uzun süren) ve bu yüzden gece-gündüz arasındaki ısı farkı 1000 C0′yi bulan Merkür ile karşılaştırıldığında görülebilir. Yeryüzünün şekilleri de ısının dengeli dağılımına uygun şekilde yaratılmıştır. Dünya’nın ekvatoru ile kutupları arasında yaklaşık 100 C0′lik bir ısı farkı vardır.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\EVREN\Digital Universe (39).JPG
Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, hızı saatte 1000 km’ye varan fırtınalar Dünya’yı allak bullak ederdi. Oysa ki yeryüzü, ısı farkından dolayı ortaya çıkması muhtemel kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler, yani sıradağlar, Çin’de Himalayalar’la başlar, Anadolu’da Toroslarla devam eder ve Avrupa’da Alpler’e kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas Okyanusu, doğuda Büyük Okyanus’la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı, sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye ve güneye doğru aktarılır.
Bu arada Dünya’nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen birtakım otomatik sistemler de var edilmiştir. Örneğin bir bölge çok fazla ısındığında su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise Güneş’ten gelen ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla ısınmasını engeller.
Dünya’nın Güneş’e olan uzaklığı, kendi etrafındaki dönüş hızı, ekseninin eğimi, yeryüzü şekilleri gibi birbirinden bağımsız pek çok etken, gezegenin yaşama uygun bir biçimde ısınmasını ve ısının gezegene dengeli bir biçimde yayılmasını sağlar.
Dünya ile Güneş arasındaki uzaklığın özel bir tasarım olduğu gerçeğini kabul etmek istemeyenler şöyle bir mantık kurarlar: “Evrende Güneş’ten çok daha büyük ya da daha küçük yıldızlar vardır. Bunların da pekala kendi gezegen sistemleri olabilir. Bu yıldızlar eğer Güneş’ten daha büyükse, o zaman yaşam için ideal gezegen, Dünya ile Güneş arasındaki mesafeden çok daha uzakta olacaktır. Örneğin bir kırmızı devin etrafında Pluton’un mesafesinde dönen bir gezegen, bizim Dünyamız gibi ılık bir atmosfere sahip olabilir. Böyle bir gezegen, hayat için Dünya kadar uygun olacaktır.”
Bu iddia çok önemli bir yönden geçersizdir: İddiada farklı kütlelerdeki yıldızların farklı ışınlar yayacağı hesaba katılmamaktadır. Yıldızların yaydıkları ışınların hangi dalga boylarında olacağını belirleyen etken, bu yıldızların kütleleri ve kütleleri ile doğru orantılı olan yüzey sıcaklıklarıdır. Örneğin Güneş’in yakın mor ötesi, görülebilir ışık ve yakın kızıl ötesi ışınlar yaymasının nedeni, 6000 C0 civarında olan yüzey ısısıdır. Eğer Güneş’in kütlesi biraz daha büyük olsaydı, yüzey ısısı daha yüksek olurdu.
Bu durumda da Güneş’in yaydığı ışınların enerji seviyeleri artar ve Güneş öldürücü etkiye sahip morötesi ışınları çok daha fazla yaymaya başlardı. Bu durum bizlere, hayatı destekleyecek ışınları yayabilecek olan yıldızların, mutlaka bizim Güneşimiz’e çok yakın bir kütleye sahip olması gerektiğini göstermektedir. Bu yıldızların bir gezegende hayatı destekleyebilmeleri için de, bu gezegenin tam şu anda Güneş ile Dünya arasındaki mesafe kadar uzakta olması şarttır. Bir başka deyişle, bir kırmızı devin, mavi devin ya da kütlesi Güneş’ten belirgin olarak farklı başka herhangi bir yıldızın etrafından dönen herhangi bir gezegen, hayat için bir barınak oluşturamaz. Hayatı destekleyecek tek enerji kaynağı Güneş gibi bir yıldızdır. Hayat için uygun tek gezegen mesafesi ise Dünya-Güneş mesafesidir.
Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki, evrende dünya gibi yaşama uygun başka bir gezegen olsa da bu içinde bulunduğumuz gezegenin mucizevi konumunu değiştirmez. Dünya’nın yörüngesinin, içinde bulunduğu Güneş Sistemi’ndeki her gezegenin, uyduların, Güneş’in, Güneş Sistemi’nin içinde bulunduğu galaksideki uygun yerinin ve yukarıda saydığımız daha pek çok detayın aynı anda oluşmuş olması son derece hayranlık uyandırıcı bir gerçektir. Benzer detayların başka bir yerde daha oluşmuş olması bu mucizevi durumu değiştirmez, aksine ikinci bir mucizevi durum daha oluşmuş olur.
Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Dünya ve Güneş, aralarındaki uzaklık, yörüngeleri, eğimleri, yaydıkları ışık, enerji kısacası her türlü detayla birlikte Allah tarafından insanların yaşamasına en uygun olacak şekilde yaratılmıştır. Yalnızca Güneş ile Dünya arasındaki mesafenin tam gereken ölçüde olması dahi son derece mucizevi bir olayken, diğer yüzlerce hatta binlerce detayın da tam olması gerektiği ölçülerde olması kuşkusuz insan aklının sınırlarını aşan bir olaydır. www.kainattakiuyum.com
http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/manzara1.jpg http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/manzara2.jpg http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/manzara3.jpg
Dünya, bilinen tüm gökcisimlerinin aksine, yaşama elverişli bir atmosfere, ısıya ve yüzeye sahiptir. Güneş Sistemi’ndeki diğer 63 gök cisminden hiçbirinde yaşamın temel şartı olan su yoktur. Dünya’da ise yüzeyin dörtte üçü suyla kaplıdır.
Böyle muazzam bir sistemin tesadüflerin eseri olması, şuursuz atomların oluşturduğu gökcisimlerinin tesadüflerle tam olmaları gereken yerlere yerleşmeleri, aralarında canlılığın oluşumuna olanak sağlayacak dengeleri belirlemeleri ve bunlara uygun sistemler geliştirmeleri elbetteki mümkün değildir. Tüm bu kusursuz sistemler insanlar için, Allah’ın üstün kudretinin ve yaratışının birer delilidir.
Kuran’da Allah’ın yüceliği, evrenin ve dünya üzerindeki hakimiyeti, tüm bunlar karşısında insana düşenin şükredici olmak olduğu şöyle bildirilmiştir:
Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah’tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O’nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir. (Araf Suresi, 54)
Güneşi ve ayı hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade kılandır. Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 33-34)

YAŞAM İÇİN GEREKLİ DENGELER


Buraya kadar değindiklerimiz, Dünya’daki yaşam için gerekli dengelerin sadece bir kısmıdır. Yerküreyi incelediğimizde, neredeyse bitmeyecekmiş gibi duran çok daha büyük “yaşam için gerekli dengeler” listesi oluşturabiliriz. Örneğin Amerikalı astronom Hugh Ross, Dünya’nın yaşam için uygunluğuyla ilgili bazı maddeleri şöyle sıralamaktadır:
YERÇEKİMİ;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla amonyak ve metan biriktirir, bu da yaşam için çok olumsuz olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla su kaybeder, canlılık mümkün olmazdı.
GÜNEŞ’E UZAKLIK;
-Eğer daha fazla olsaydı: Gezegen çok soğur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi.
-Eğer daha yakın olsaydı: Gezegen kavrulur, atmosferdeki su döngüsü olumsuz etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\EVREN\Digital Universe (49).JPG
YER KABUĞUNUN KALINLIĞI;
-Eğer daha kalın olsaydı: Atmosferden yerkabuğuna çok fazla miktarda oksijen transfer edilirdi.
-Eğer daha ince olsaydı: Hayatı imkansız kılacak kadar fazla sayıda volkanik hareket olurdu.
DÜNYA’NIN KENDİ ÇEVRESİNDEKİ DÖNME HIZI;
-Eğer daha yavaş olsaydı: Gece gündüz arası ısı farkları çok yüksek olurdu.
-Eğer daha hızlı olsaydı: Atmosfer rüzgarları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkansızlaştırırdı.
AY İLE DÜNYA ARASINDAKİ ÇEKİM ETKİSİ;
-Eğer daha fazla olsaydı: Ay’ın şiddetli çekiminin, atmosfer şartları, Dünya’nın kendi eksenindeki dönüş hızı ve okyanuslardaki gelgitler üzerinde çok sert etkileri olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Şiddetli iklim değişikliklerine neden olurdu.
DÜNYA’NIN MANYETİK ALANI;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Çok sert elektromanyetik fırtınalar olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Güneş Rüzgarı denilen ve Güneş’ten fırlatılan zararlı partiküllere karşı Dünya’nın koruması kalkardı. Her iki durumda da yaşam imkansız olurdu.
ALBEDO ETKİSİ (YERYÜZÜNDEN YANSIYAN GÜNEŞ IŞIĞININ, YERYÜZÜNE ULAŞAN GÜNEŞ IŞIĞINA ORANI)
-Eğer daha fazla olsaydı: Hızla buzul çağına girilirdi.
-Eğer daha az olsaydı: Sera etkisi aşırı ısınmaya neden olur, Dünya önce buzdağlarının erimesiyle sular altında kalır daha sonra kavrulurdu.
ATMOSFERDEKİ OKSİJEN VE AZOT ORANI:
-Eğer daha fazla olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde hızlanırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz şekilde yavaşlardı.
ATMOSFERDEKİ KARBONDİOKSİT VE SU ORANI:
-Eğer daha fazla olsaydı: Atmosfer çok fazla ısınırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Atmosfer ısısı düşerdi.
OZON TABAKASININ KALINLIĞI
http://www.vvsu.dk/ozon.gif
-Eğer daha fazla olsaydı:Yeryüzü ısısı çok düşerdi.
-Eğer daha az olsaydı:Yeryüzü aşırı ısınır, Güneş’ten gelen zararlı ultraviole ışınlarına karşı bir koruma kalmazdı.
SİSMİK (DEPREM) HAREKETLERİ
-Eğer daha fazla olsaydı: Canlılar için sürekli bir yıkım olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Okyanus zeminindeki besinler suya karışmaz, okyanus ve deniz yaşamı dolayısıyla bütün Dünya canlıları olumsuz etkilenirdi. Hugh Ross, The Fingerprint of God: Recent Scientific Discoveries Reval the Unmistakable Identity of the Creator, Oranga, California, Promise Publishing, 1991, s. 129-132
Burada sayılanlar Dünya’da yaşamın oluşabilmesi ve canlılığın devam edebilmesi için gereken, son derece hassas dengelerden sadece birkaçıdır. Yalnızca burada sayılanlar bile evrenin ve Dünya’nın tesadüfler sonucunda, rastgele olayların ardı ardına gelmesiyle oluşamayacağını kesin olarak ortaya koymak için yeterlidir.
Tüm bu bilgiler, apaçık bir gerçeği bir kez daha teyit eder niteliktedir: Tüm evreni, yıldızları, gezegenleri, dağları ve denizleri kusursuzca yaratan, insana ve tüm canlılara hayat veren, her şeyi yoktan var etmeye güç yetiren, yarattıklarını insanın emrine veren, sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah’tır. Allah’ın bu kusursuz yaratışı bazı Kuran ayetlerinde şöyle anlatılmaktadır:
Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti. Boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi. Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı. Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi. Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını dikip-oturttu; size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere. (Naziat Suresi, 27-33)

YERYÜZÜNÜN KATMANLARI

Kuran’da yeryüzü ile ilgili verilen bilgilerden biri, yeryüzünün, yedi kat olan gökyüzüne benzerliğidir:
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
Yukarıdaki ayette dikkat çekilen bu bilgiye bilimsel kaynaklarda da yer verilmekte ve yeryüzünün yedi katmandan oluştuğu açıklanmaktadır. Bilim adamlarının sıraladığı bu katmanlar şöyledir:
1. Kat: Litosfer (su)
2. Kat: Litosfer (kara)
3. Kat: Astenosfer
4. Kat: Üst manto
5. Kat: Alt manto
6. Kat: Dış çekirdek
7. Kat: İç çekirdek
http://img528.imageshack.us/img528/2021/chinaterracedfieldsgp3td3.jpg
Litosfer, Yunanca kaya anlamına gelen lithos kelimesinden gelmektedir ve Dünya’nın en üst katmanını oluşturan katı kaya tabakadır. Diğer katmanlarla kıyaslandığında oldukça incedir. Litosfer, okyanusların altında ve volkanik açıdan aktif olan bölgelerde daha da incedir. Yeryüzünde bu katmanın ortalama kalınlığı 80 km’dir. Diğer katmanlara göre daha soğuk ve daha katıdır; bu bakımdan yeryüzünde kabuk görevi görür.
Litosferin altında Yunanca zayıf kelimesi Asthenes’ten gelen Astenosfer katmanı bulunur. Bu katman Litosferle kıyaslandığında daha incedir ve hareketli bir tabakadır. Bu katman jeolojik zamanla yüksek ısı ve basınca maruz kaldığında yumuşayıp eriyebilen, sıcak, yarı-katı maddelerden oluşmuştur. Katı Litosfer tabakasının, yavaşça hareket eden Astenosfer tabakası üzerinde yüzdüğü ya da hareket ettiği düşünülmektedir. Bu katmanların altında yüksek sıcaklıkta, yarı-katı kayalardan oluşan yaklaşık 2.900 km kalınlığında manto denilen bir tabaka vardır. Kabuktan daha fazla demir, magnezyum ve kalsiyum içeren manto daha sıcak ve yoğundur; çünkü Dünya’nın içindeki ısı ve basınç derinlikle birlikte artar.
Dünya’nın merkezinde de neredeyse mantonun iki katı yoğunlukta olan çekirdek yer alır. Bu yoğunluğun sebebi içeriğinde kayalardan çok metaller (demir-nikel alaşımı) bulunmasıdır. Dünya’nın çekirdeği ise iki ayrı parçadan oluşur: Biri 2.200 km kalınlığında olan sıvı dış çekirdek, diğeri de 1.250 km kalınlığındaki katı bir iç çekirdek. Dünya döndükçe sıvı dış çekirdek Dünya’nın manyetik alanını oluşturur.
Ancak 20. yüzyıldaki teknoloji ile tespit edilebilen yeryüzü katmanlarının gökyüzü ile olan bu benzerliğinin Kuran’da bildirilmiş olması, kuşkusuz Kuran’ın pek çok bilimsel mucizesinden biridir

DAĞLAR, VOLKANİK FAALİYETLER, DEPREMLER DAĞLAR

“Dağları görürsün de, oysa onlar bulutların donmuş sanırsın; sürüklenmesi gibi sürüklenirler….”(Neml Suresi, 88)
Üzerinde yaşadığımız Dünya’daki tüm yer şekilleri, kusursuz güzellikte ve birbirinden hikmetli özelliklerle yaratılmıştır. Bu yer şekillerinden biri olan dağlar, görkemli görüntülerinin yanı sıra mucizevi özellikleriyle de bugün hala birçok araştırmaya konu olmaya devam ediyor.
Dağların 100 km. kalınlığındaki yer kabuğu ile manto tabakası üzerinde nasıl hareket edebildikleri ve çivi işlevi görerek yer katmanlarını nasıl sabitledikleri bu önemli araştırma konularından bazılarıdır.
1- DAĞLAR NASIL OLUŞTU?
Dünya üzerindeki yüzey şekillerinden biri olan dağlar, yerkabuğunu oluşturan çok büyük tabakaların hareketleri ve çarpışmaları sonucunda meydana gelmiştir. İki yeryüzü tabakası çarpıştığı zaman daha dayanıklı olan tabaka diğer tabakanın altında kalır. Üstte kalan tabaka, kıvrılarak yükselir ve dağları meydana getirir. Dağ kökü adı verilen ve altta kalan tabaka ise yer altında ilerleyerek kimi zaman kendi boyunun 10-15 katı büyüklüğü kadar derin bir uzantı meydana getirir. Örneğin yüksekliği yaklaşık 9 km olan Everest Dağı’nın yeryüzüne saplanmış 125 km’den fazla kökü vardır.
2- ÇİVİ İŞLEVİ GÖREN DAĞLAR, YERYÜZÜ TABAKALARINI NASIL SABİTLİYOR? 
Bir dönem Amerikan Bilim Akademisi Başkanı olan Frank Press’in dünyada pek çok üniversitede okutulan Earth (Dünya) adlı kitabında, dağların kazık şeklinde oldukları ve yeryüzüne derinlemesine gömülü oldukları ifade edilmektedir. (F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986)
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\YENI MANZARA\Pictures\HDTV_lakelouise_1920x1080.jpg
Kuran ayetlerinde de, dağların bu işlevi, “kazık” benzetmesi yapılarak şöyle haber verilir: “Biz, yeryüzünü bir döşek kılmadık mı? Dağları da birer kazık?” (Nebe Suresi, 6-7)
Yine bir başka ayette Allah, “Dağları dikip-oturttu” (Naziat Suresi, 32) şeklinde bildirmektedir. Bu ayette geçen “ersayha” kelimesi “köklü kıldı, sabit yaptı, demirledi, yere çaktı” anlamlarına gelmektedir. Dağlar bu özellikleri sayesinde yeryüzü tabakalarının birleşim noktalarında yer üstüne ve yer altına doğru uzanarak bu tabakaları birbirine perçinlerler. Bu şekilde, yer kabuğunu sabitleyerek kendi tabakaları arasında kaymasını engellemiş olurlar. Bu özellikleriyle dağları, tahtaları bir arada tutan çivilere benzetebiliriz.
3- DAĞLAR YERYÜZÜ TABAKALARINI SABİTLEMESEYDİ…
Bugün biliyoruz ki, yeryüzünün dış katmanı derin faylarla kırılmıştır ve parçalanmış plakalar, erimiş magma üzerinde yüzmektedir. Eğer dağların sabitleştirici etkisi olmasaydı, Dünya’nın kendi ekseni çevresindeki dönüş hızının çok yüksek olmasından ötürü, yüzen plakalar hareket halinde olacaklardı. Bu durumda yeryüzünde toprak birikemez, toprakta su depolanamaz, hiçbir bitki filizlenemez, hiçbir yol, ev inşa edilemezdi; kısacası Dünya üzerinde canlı yaşamı mümkün olmazdı. Ancak Allah’ın bir rahmeti olarak, dağlar, kıtasal kütleleri okyanus tabakalarına doğru tutmakta ve onların hareketini durdurmaktadır. Allah bir ayette dağların bu özelliğini şöyle haber vermektedir:
“… Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı…”(Lokman Suresi, 10)
4- 100 KM. KALINLIĞINDAKİ YER KABUĞU MANTO TABAKASI ÜZERİNDE NASIL SÜRÜKLENİYOR? 
Yer kabuğu kendisinden daha yoğun olan manto tabakası üzerinde adeta yüzer gibi hareket etmektedir. İlk olarak 20. yüzyılın başlarında Alman bir bilim adamı olan Alfred Wegener yeryüzündeki kıtaların Dünya’nın ilk dönemlerinde bir arada bulunduklarını, daha sonra farklı yönlerde sürüklenerek birbirlerinden ayrılıp uzaklaştıklarını öne sürmüştür. Ancak jeologlar, Wegener’in haklı olduğunu onun ölümünden 50 yıl sonra yani 1980′li yıllarda anlayabilmişlerdir. Bir ayette dağların sabit olmadığı, sürekli hareket halinde bulunduğu şöyle bildirilmektedir:
“Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler…”(Neml Suresi, 88)
Yer kabuğunun Kuran’da bildirilen bu hareketi, bilimsel kaynaklarda ise şöyle açıklanmaktadır:
“Yer kabuğu ve üst mantodan oluşan 100 km kalınlığındaki Dünya yüzeyi “tabaka” adı verilen parçalardan oluşmuştur. Dünya yüzeyini oluşturan altı büyük tabaka ve sayısız küçük tabaka vardır. “Tabaka tektoniği” denen teoriye göre bu tabakalar kıtaları ve okyanus tabanını da beraberinde taşıyarak Dünya üzerinde hareket ederler. Bu kıtasal hareketin yılda 1 ile 5 cm civarında olduğu hesaplanmıştır. Tabakalar bu şekilde hareket ettikçe Dünya coğrafyasında değişiklikler meydana gelir. Örneğin, Atlantik Okyanusu her sene biraz daha genişlemektedir.” (Carolyn Sheets, Robert Gardner, Samuel F. Howe; General Science, Allyn and Bacon Inc. Newton, Massachusetts, 1985, s.305)
Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Dağların hareketi Kuran’da “sürüklenme” ifadesi ile haber verilmiştir. Nitekim bilim adamlarının bugün bu hareket için kullandıkları İngilizce terim de “continental drift” yani “kıtasal sürüklenme”dir.
Görüldüğü gibi, modern jeolojik ve sismik araştırmalar sonucunda dağların keşfedilen bu hayati işlevini, Allah bundan 1400 yıl önce indirmiş olduğu Kuran ile insanlara bildirmiştir. Bilimin 20. yüzyılda keşfettiği bu bilimsel gerçeğin, evren ve doğa hakkındaki görüşlerin, hurafe, batıl inanç ve efsanelere dayandığı 7. yüzyılda, Kuran’da haber veriliyor olması şüphesiz büyük bir mucizedir. Kuran’ın Allah’ın sözü olduğunun da çok önemli bir delilidir. Yüce Allah, Kuran’da şöyle bildirmektedir:
“Bu Kur’an, Allah’tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu, önündekileri doğrulayan ve Kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir.”(Yunus Suresi, 37)
KITALAR YILDA BİRKAÇ SANTİMETRE YER DEĞİŞTİRİYOR
Alfred Wegener’in, 1915 yılında yayınlanan bir makalesinde belirtmiş olduğu gibi; yeryüzündeki kara parçaları yaklaşık 500 milyon yıl önce birbirlerine bağlılardı ve Pangaea ismi verilen bu büyük kara parçası Güney Kutbu’nda bulunuyordu. Yaklaşık 180 milyon yıl önce Pangaea ikiye ayrıldı. Farklı yönlere sürüklenen bu iki dev kıtadan birincisi Afrika, Avustralya, Antartika ve Hindistan’ı kapsayan Gondwana idi. İkincisi ise, Avrupa, Kuzey Amerika ve Hindistansız Asya’dan oluşan Laurasia idi. Bu bölünmeyi izleyen yaklaşık 150 milyon yıl içindeki çeşitli zamanlarda Gondwana ve Laurasia daha küçük parçalara ayrıldılar. İşte Pangaea’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan bu kıtalar sürekli olarak kara ve deniz arasındaki dağılımı değiştirerek, yılda birkaç santimetrelik hızlarla Dünya yüzeyinde sürüklenmektedirler.
YERYÜZÜNDEKİ ÜSTÜN YARATILIŞ ÖRNEĞİ: VOLKANİK FAALİYETLER
Korkunç bir yer sarsıntısı, gün ışığını tamamen kesen duman ve kül bulutu, canlıları öldüren çok zehirli gazlar, demiri eritecek kadar yüksek bir ısı ve gökyüzünden yere düşen erimiş haldeki kayalar…
Bir yanardağ patladığında tüm bunlara tanık olabilirsiniz. Binlerce yıldır her yanardağ patladığında yaşanan bu olağanüstü olaylar insanlar için büyük bir korku kaynağı olmuştur.
İnsanlar yanardağlardan korkarlar; çünkü, ölüm ile eş anlamlıdır. Volkanlardan çıkan karbondioksit, karbonmonoksit, metan, amonyak, hidrojen sülfür, kükürtdioksit gibi zehirli gazlar, karanlık, havasız ortam, kaynayan ateş kazanlarına benzeyen yanardağ ağızları adeta cehennemin yeryüzündeki canlandırması gibidir. Allah, dünyadaki her şey gibi volkanları da bir ilim ve hikmet üzerine yaratmıştır.
VERİMLİ TARIM TOPRAKLARININ OLUŞMASI
Yanardağlardan fışkıran magma yerkürenin derinliklerinden çıktığında çok sıcak kıvamlı bir akışkan halindedir. Yeryüzüne ulaştığında soğuyarak katılaşmaya başlar. Katılaşma sonunda magmanın yapısı başkalaşım geçirerek değişir ve kayaç olarak adlandırılan taşlaşmalar ortaya çıkar. Kayaçlar zamanla rüzgar, yağış, donma ve çözünmenin aşındırma etkisi ile parçalanarak toprak haline dönüşür. Bu topraklar mineral bakımından oldukça zengindir.
http://www.kuyajohns.com/images/mayon_volcano_9_1184_0o6u.jpg
Volkanik püskürmelerin yakınlarında oluşan topraklarda selenyum fazla miktarda bulunur. Besin döngüsü içersinde topraktan bitkilere, bitkiler aracılığı ile de insan ve hayvanlara geçen selenyum çok önemli bir elementtir. Selenyum eksikliği olan organizmalarda pek çok olumsuz etki görülür:
“Büyük ve küçükbaş hayvanlarda kas ağarması hastalığı, karaciğer sirozu, sinir sistemi fonksiyonlarının değişimi, gözün görmemesi (körlük) gibi hastalıklar ortaya çıkar, hayvanların kemiklerinde, tüylerinde değişiklikler meydana gelir, kuşlarda yumurtlama azalması olur.” (Halilova H. Sözüdoğruok S. Selenyum Elementinin Biyojeokimyası, Tarım Ve Köy Dergisi Sayı:134 Temmuz-Ağustos 2000)
Sonuç olarak denebilir ki volkanik olaylar besin maddesi yönünden zengin topraklar oluşturur. Aktif bir volkan olan Napoli’deki Vezüv yanardağı ve çevresindeki tarıma elverişli alanlar bunun en tipik örneklerindendir.
DEĞERLİ TAŞLAR VE MADENLER
Volkanik faaliyetler yeryüzünde birçok madenin ve değerli taşın oluşmasındaki başlıca nedendir. İşte bunlardan birkaçı:
Volkanik oluşum gösteren bölgeler ile bu bölgelerden taşınan tortulların bulunduğu sahalarda rastlanan ve elektrik-elektronik sanayinde yararlanılan bakır,
Volkanik kayaların içinde, çok yüksek basınç ve sıcaklıkta saf karbonun kristalleşmesinden oluşanelmas,
Asitik magmatik kayaçlara ve karbonatitlere bağlı olarak oluşan, demir-çelik,
Kimya, seramik ve cam sanayinin önemli bir maddesi olan fluorit,
Dekoratif taş endüstrisinde yararlanılan granit,
Petrol ve yer altı suyu sondaj işinde, sabun, yağ ve şeker arıtma işlerinde kullanılan bentonit,
İnşaat ve izolasyon işlerinde faydalanılan pomza taşı.
ALTERNATİF ENERJİ KAYNAĞI VE KAPLICALAR
Dünyadaki enerji gereksiniminin büyük kısmı kömür ve petrol gibi fosil yakıtlar ile karşılanmaktadır. Bunun yanında akarsulardan elde edilen hidrolik enerji de yaygın olarak kullanılır. Ancak akarsuların kullanımı ve paylaşımındaki sorunlar ile fosil yakıtların kısa bir süre sonra tükenme tehlikesi insanları yeni enerji kaynakları bulmaya yöneltmiştir. Bu nedenle volkanik faaliyetlerle ilgili olan jeotermal enerji alternatif bir enerji kaynağı olarak oldukça önem kazanmıştır. Üstelik fosil yakıtların aksine, yağışlarda ve yeraltı su kaynaklarının beslenmesinde önemli bir kesinti olmadıkça jeotermal kaynakların tükenmesi söz konusu değildir.
Kaplıcalar, volkanik bölgelerde fay kaynakları boyunca çıkan ve sıcaklığı 2000C üzerinde olan şifalı sulardır. Gerek kaplıca suları gerekse kaplıca çıkışlarındaki sıcak çamurlarda belli esaslara göre yapılan kürler sayesinde, romatizma-siyatik, lumbago, kırık-çıkık, kadın hastalıkları ve cilt rahatsızlıkları, vücut ve beyin yorgunluğu, stres ve sinirsel gerginlik gibi hastalıklar tedavi edilmektedir.
Buraya kadar hikmetini çözebildiğimiz ve ilmini kavrayabildiğimiz sadece birkaç özellik bile Yüce Allah’ın yaratışındaki üstün aklını bizlere sergilemektedir. Ancak üzerinde dikkatle durulması gereken bir başka nokta daha vardır ki bu da Rabbimiz’in her olayı bir denge ve belirli bir ölçü ile yaratmış olmasıdır.
VOLKANİK FAALİYETLERDEKİ HASSAS DENGE
Yeryüzündeki volkanik faaliyetler olmasaydı ne olurdu? Her şeyden önce mineral bakımından zengin olan magma yeryüzüne çıkmadığından, değerli taşlar ve madenler yer altında gizli kalacaktı. Bugün günlük hayatta ve sanayide yararlandığımız madenlerin birçoğu var olmayacaktı.
Aynı biçimde içinde çeşitli mineral maddeler bulunan sıcak sular ve kaplıcalar olmayacak bu suların şifa ve enerji kaynağı özelliklerinden habersiz yaşayacaktık. 
Topraklar mineral bakımından zayıf olacak ve temel besin kaynağımız olan bitkilerden yeterince faydalanmamız mümkün olmayacaktı. 
Hepsinden önemlisi atmosferdeki gazların oranı şimdikinden farklı olacaktı. Oksijenin oranı artacak ve dünya bizim için yaşanmaz bir yer olabilecekti. Belki de dünyamız volkanik patlamaların olmadığı gezegenlerdeki gibi atmosferden yoksun, hiçbir yüzey şeklinin olmadığı ıssız ölü bir gezegen olarak kalacaktı. 
Şimdi de volkanik faaliyetlerin sürekli olduğu bir dünya düşünün. Acaba böyle bir durumda gezegenimiz nasıl olurdu? Cevap kısa ve nettir: “Böyle bir gezegende yaşam asla varolmazdı”. 
Kızgın lavlar dünyanın her yerini kaplayacak, önüne gelen tüm canlıları yakıp kül edecekti… Yanardağlardan çıkan zehirli gazlar oksijen oranının düşürecek ve atmosfer canlılar için yaşam kaynağı olmaktan çıkacaktı ve ilk aldığımız nefeste zehirlenip ölecektik. Sürekli lav püskürmeleri ve magma akıntıları tüm bitkileri yok edecek yeryüzünün yeşil örtüsünü kaldıracaktı. Patlama esnasında çıkan gazlar ve küller iklimi değiştirecekti. 
“14 Haziran 1991 günü Filipinlerde Pinatubo yanardağı püskürmüş, stratosfere milyonlarca ton toz, su buharı ve gaz verilmiş, su buharı ve kükürt birleşerek sülfürik asit durumuna dönüşmüş, bu durum güneş ışınlarının bir bölümünün dünyaya ulaşmasını engelleyerek, kış mevsiminin aşırı soğuk, yaz mevsiminin serin geçmesine neden olmuştu. Benzer bir olayda, 1815 yılında Endonezya’da Tambora Yanardağı’nın patlaması ile yaşanmıştı. Hatta bu olay 1816 yılında Endonezya’dan binlerce km. uzaklıktaki Kuzey Amerika’da New England’da yaz ortasında kar yağmasına neden olmuştur.” (Güney E., Jeoloji, Jeomorfoloji Sözlüğü, s.533, 1994) 
Yanardağ faaliyetleri yeryüzünde sürekli depremlere neden olacak ve dünya canlılar için güvenli bir yer olmaktan çıkacaktı. Depremler nedeniyle yeryüzü şekilleri ve atmosferin yapısı devamlı değişecek dolayısıyla yaşama uygun ılımlı iklimlerin oluşması imkansız olacaktı. 
Allah, dünyadaki herşey gibi volkanları da üstün bir düzen ve hassas bir denge üzerinde, “tam ve uygun şartlar” altında yaratmıştır. 
İnsanın görevi de Allah’ın bu üstün yaratışını görmek ve O’nun ayetlerini bilmektir. Böylece, kendisini ve tüm diğer varlıkların Yaratıcısı’nı tanıyacak, O’na yakınlaşacak, varlığının ve hayatının anlamını çözecek ve kurtuluşa ulaşacaktır. 
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün artarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru’. (Al-i İmran Suresi, 190-191)
DEPREMLER
http://www.jenningsk12.net/WE/peimann/Science/Earth%20Movements/earthquake.jpg
Doğa olayları içinde en zarar verici etkiye sahip olan ve insanları en çok tehdit edenlerden biri depremlerdir. İstatistiklere göre dünya üzerinde yaklaşık iki dakikada bir deprem olmaktadır. Depremler, insana bu dünya üzerindeki yaşamının gerçekte pamuk ipliğine bağlı olduğunu hatırlatmaktadır.  Kuran’da da insanlar karşılaşabilecekleri felaketler konusunda uyarılmaktadırlar:
Artık ‘kötülüğü örgütleyip düzenleyenler’, Allah’ın, kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya şuuruna varamayacakları yerden azabın gelmeyeceğinden emin midirler? Ya da onlar, dönüp-dolaşmaktalarken, onları yakalayıvermesinden? Ki onlar (bu konuda Allah’ı) aciz bırakacak değildirler. Veya onları bir korku üzerinde yakalayıvermesinden (mi emindirler)? Öyleyse Rabbin, gerçekten şefkatli ve merhamet sahibidir. (Nahl Suresi, 45-47)
Kuran’da kendilerini doğru yola davetine karşılık, Hz. Lut’u tehdit eden, onu sürgün etmek isteyen kavminin helak edilmesinden söz edilmektedir:
“Böylece emrimiz geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık; Rabbinin katında ‘belli bir biçime sokulmuş, damgalanmış’ olarak. Bunlar zalimlerden uzak değildir.” (Hud Suresi, 82–83)
KURAN’DAN İŞARETLER
Dünyada 550′si yer üstünde ve diğerleri deniz dibinde olmak üzere 1500 kadar aktif yanardağ bulunmaktadır. Bunlardan herhangi birinin, herhangi bir zamanda harekete geçmesi son derece kolaydır. Bir yanardağ harekete geçtiğinde, kısa bir süre içinde bulunduğu bölgenin tümünü etkisi altına alabilir. Hiçbir teknoloji de bunu engellemeye güç yetiremez.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\KİTAPLAR\QURAN\holy-quran.jpgİnsanların deprem, sel gibi afetlere karşı tedbir alması, oldukça doğal bir davranıştır. Alınan tedbirler,fiili birer dua anlamındadır.  Fakat sadece tedbirlere güvenerek, Allah’ın takdirine karşı gelmek hata olur. Tarih, Kuran’da da bize bildirildiği gibi, aldıkları tedbirlere güvenen ve Allah’ı unutarak,  gücün kendilerinde olduğunu zanneden kavimlerle doludur;
Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını bir görsünler. Onlar, kendilerinden (sayıca) daha çoktu ve yeryüzünde kuvvet ve eserler bakımından daha üstündüler. Fakat kazandıkları şeyler, (azaba karşı) onlara hiç bir şey sağlayamadı. (Mümin-82)
Ayetlerde söz edilen bu toplumlar, gücün kendilerine ait olduğunu düşünmüşler ve yaptıkları o sağlam binaların yıkılmayacağını zannetmişlerdir. Fakat sonuçta,  yaptıkları şeyler kendilerine bir fayda sağlayamamıştır.
Volkanlar, tarihte oldukça büyük izler bırakmışlardır. Geçmişte var olan şehirleri haritadan silmiş, toplumları yok etmişlerdir. Roma İmparatorluğu’nun dejenerasyonunun sembolü olan Pompei de,  helak edilmiş kavimlerdendi. Vezüv yanardağı, koca bir kenti haritadan silmişti. Allah’ın kurallarına aykırı giden, O’na başkaldıran herkes, aynı sonla karşılık görür. Allah’ın kanunlarında hiçbir değişiklik yoktur:
…Onlara uyarıcı-korkutucu geldiğinde, nefretlerinden başkasını arttırmadı. (Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz. Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah’ın sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 42-43)
Sefahat ve sapkınlık içinde yaşayan bu halk, Kuran’da da haber verildiği gibi bir anda yok olmuştur. Kendilerine gelen ölümden kaçamamış, kimi yemek yerken kimi yatarken yakalanmıştır. Pompei kalıntılarındaki taşlaşmış insan cesetlerinin, bazılarının yüzleri hiç bozulmadan kalmıştır. Genelde yüzlerinde bir şaşkınlık ifadesi vardır. Bu cesetlerin ibret olarak günümüze kadar bozulmadan kalması da oldukça mucizevi bir olaydır:
Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık. Elbette bunda ‘derin bir kavrayışa sahip olanlar’ için gerçekten ayetler vardır. O (şehir de) gerçekten bir yol üstünde (hâlâ) durmaktadır. (Hicr Suresi, 73-76)