Dünya’nın Güneş’e olan
mesafesi, dönüş hızı ya da yeryüzü şekilleri kadar, büyüklüğü de
önemlidir. Dünyamız’ı, Dünya’nın kütlesinin sadece % 8′i kadar bir
kütleye sahip olan Merkür’le, ya da Dünya’dan 318 kat daha büyük bir
kütleye sahip olan Jüpiter’le karşılaştırdığımızda, gezegenlerin çok
farklı büyüklüklere sahip olabileceklerini görürüz. Peki acaba bu kadar
farklı büyüklükteki gezegenler içinde, Dünyamız’ın büyüklüğü tesadüfen
mi belirlenmiştir?
Hayır! Yerkürenin
özelliklerini incelediğimizde, üzerinde yaşadığımız bu gök cisminin tam
olması gerektiği büyüklükte olduğunu görürüz. Amerikalı jeologlar Press
ve Siever, Dünya’nın bu yönden “uygunluğu” hakkında şu bilgileri
verirler:
Dünya’nın büyüklüğü tam
olması gerektiği kadardır. Daha küçük olsa yerçekimi çok zayıflayacak ve
atmosferi Dünya’nın etrafında tutamayacaktı, daha büyük olsaydı bu kez
de yerçekimi çok artacak ve bazı zehirli gazları da tutarak atmosferi
öldürücü hale getirecekti… F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4
Dünya’nın kütlesinin
yanısıra, iç yapısı da yaşam için özel bir tasarıma sahiptir. Bu iç
yapıdaki tabakalar sayesinde, Dünya bir manyetik alana sahiptir ve bu
manyetik alan yaşamın korunması için çok önemlidir. Press ve Siever bu
konuyu şöyle açıklarlar:
Dünya’nın çekirdeği ise çok
büyük bir hassasiyetle dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen
bir ısı motorudur… Eğer bu motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki
yapılarına ulaşamazlardı… Demir hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı
çekirdeğe inmezdi ve böylece Dünya’nın manyetik alanı hiçbir zaman
oluşmazdı… Eğer Dünya’nın daha fazla radyoaktif yakıtı olsaydı ve
dolayısıyla daha hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik bulutlar
Güneş’i kapatacak kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale
gelir ve Dünya yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve
depremlerle sarsılırdı. F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4
|
Dünya’nın merkezinde bir tür ıısı motoru vardır. Bu öylesine kusursuz bir biçimde ayarlanmıştır ki, hem Dünyayı koruyan manyetik alanı oluşturacak kadar güçlü, hem de yerkabuğunu lavlara boğmadan taşıyacak kadar dengelidir. |
Press ve Siever’ın sözünü
ettikleri manyetik alan, yaşamımız için büyük öneme sahiptir. Bu
manyetik alan, yukarıda belirtildiği gibi, yerkürenin çekirdeğinin
yapısından kaynaklanır.
Çekirdek, demir ve nikel
gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. İç çekirdek katı,
dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri
etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit
mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. Atmosferin çok
daha dışına kadar uzanan bu alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek
olan tehlikelere karşı korunmuş olur. Güneş dışındaki yıldızlardan
kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya’nın etrafındaki bu koruyucu
kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya’nın on binlerce kilometre uzağında
manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları, Dünya’yı bu öldürücü
enerjiden korur.
Söz konusu plazma
bulutlarının, kimi zaman Hiroşima’ya atılan gibi 100 milyar atom
bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Aynı şekilde kozmik ışınlar da
çok şiddetli olabilirler. Ama Dünya’nın manyetik alanı, tüm bu öldürücü
ışınların sadece % 0.1′ni geçirmekte ve kalan bu binde birlik ışınlar
da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu manyetik alanı üretmek için
kullanılan elektrik enerjisi bir milyar amperlik bir akımdır ki,
insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik enerjisinin toplamına
yakındır.
Eğer Dünya’nın bu manyetik
kalkanı olmasa, yeryüzündeki yaşam sık sık öldürücü ışınlarla tahrip
edilecek, belki de hiç var olmayacaktı. Ama Press ve Sevier’in
belirttiği gibi, yerkürenin çekirdeği tam olması gerektiği gibi olduğu
için, Dünya bu şekilde korunur.
Bir başka deyişle, gökyüzünde, Kuran’daki “gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar” ayetiyle (Enbiya Suresi, 32) dikkat çekildiği gibi, bizler için kurulmuş özel bir koruyucu kalkan vardır.
Bilimkurgu filmleri, insanları kimi zaman yanlış yönlendirirler. Bunun
bir örneği, bu filmlerde sık sık rastlanan “kolay atmosfer
uygunluğu”dur. Uzay gemisiyle uzak bir gezegene yaklaşan insanlar,
gezegene inmeden önce atmosferinin solunabilir olup olmadığına bakarlar.
Genellikle de solunabilir
bir atmosfer çıkar. Bu senaryolar, insanoğlunun kolaylıkla ve tesadüfen
uygun atmosferler bulabileceği gibi bir izlenim vermektedir. Oysa eğer
gerçekten uzay gemileri ile evrenin derinliklerinde gezinseydik, Dünya
dışındaki bir başka gezegende solunabilir bir atmosfer bulmak, neredeyse
imkansız olurdu. Çünkü Dünya’nın atmosferi, yaşam için gerekli son
derece özel şartları biraraya getirerek tasarlanmış olağanüstü bir
karışımdır.
Dünya atmosferi, % 77 azot, %
21 oksijen ve %1 oranında karbondioksit ve argon gibi diğer gazların
karışımından oluşur. Öncelikle bu gazların en önemlisi ile, oksijenle
başlayalım. Oksijen çok önemlidir, çünkü insan gibi kompleks bedenlere
sahip canlıların enerji elde etmek için kullandıkları çoğu kimyasal
reaksiyon oksijen sayesinde gerçekleşir. Karbon bileşikleri oksijenle
reaksiyona girerler. Reaksiyon sonucunda su, karbondioksit ve enerji
açığa çıkar. Hücrelerimizde kullandığımız ve ATP (adenosin trifosfat)
adı verilen enerji paketçikleri, bu reaksiyonla ortaya çıkarlar. İşte
biz de bu nedenle sürekli olarak oksijene ihtiyaç duyarız ve bu ihtiyacı
karşılamak için solunum yaparız.
Atmosferimiz daha fazla oksijen içerebilir ve buna rağmen hayatı
destekleyebilir miydi? Hayır! Oksijen çok reaktif bir elementtir. Şu
anda atmosferde bulunan okijeninin oranı, yani yüzde 21, yaşamın
güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam ideal noktasındadır.
Yüzde 21′in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı, bir yıldırımın
orman yangını başlatma olasılığını % 70 artıracaktır. Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 121
İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise aynı konu hakkında şöyle yazar:
İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise aynı konu hakkında şöyle yazar:
Yüzde 25′lik bir oksijen oranının daha yukarısında, şu anda
kullandığımız bitkisel besinlerin çok azı, tüm tropik ormanları ve
arktik tundraları yok edecek olan dev yangınlardan korunabilirdi…
Atmosferin şu anki oksijen oranı, tehlikenin ve yararın çok iyi bir
biçimde dengelendiği bir rakamdadır. James J. Lovelock, Gaia, Oxford: Oxford University Press, 1987, s. 71
Atmosferdeki oksijen
oranının dengede kalması da, mükemmel bir “geri dönüşüm” sistemi
sayesinde gerçekleşir. Hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler ve
kendileri için zehirli olan karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu
işlemin tam tersini gerçekleştirir, ve karbondioksiti hayat verici
oksijene çevirerek canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler
tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere
salınır.
Bu iki canlı grubu, yani
bitkiler ve hayvanlar, eğer aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi Dünya
çok kısa sürede yaşanılmaz bir gezegene dönüşürdü. Örneğin hem hayvanlar
hem de bitkiler oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede “yanıcı” bir
özellik kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda
da Dünya dev bir “tüp patlaması”yla yanarak kavrulurdu. Öte yandan eğer
hem bitkiler hem de hayvanlar karbondioksit üretselerdi, bu kez
atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve bir süre sonra canlılar nefes
almalarına rağmen “boğularak” toplu halde ölmeye başlarlardı.
Ancak canlılığın dengesi öylesine kusursuzca kurulmuştur ki, atmosferdeki oksijen oranı hep canlılık içinde en ideal olan oranda, Lovelock’ın ifadesiyle “tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamda” durmaktadır.
Ancak canlılığın dengesi öylesine kusursuzca kurulmuştur ki, atmosferdeki oksijen oranı hep canlılık içinde en ideal olan oranda, Lovelock’ın ifadesiyle “tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamda” durmaktadır.
Atmosferin çok iyi bir biçimde dengelenmiş bir başka yönü ise, onu solumamızı sağlayan ideal yoğunluğudur. www.detaysanati.com
ATMOSFER VE NEFES
Hayatımızın her dakikasında
nefes alırız. Sürekli olarak ciğerlerimize hava çeker ve hemen sonra da
aynı havayı geri veririz. Bunu o kadar çok yaparız ki, “normal” bir
işlem olduğunu düşünürüz. Oysa gerçekte nefes almak çok kompleks bir
olaydır.
Vücut sistemimiz öyle bir
biçimde ayarlanmıştır ki, nefes alırken bu işi düşünmemize gerek kalmaz.
Yürürken, koşarken, kitap okurken hatta uyurken, vücudumuz sürekli
olarak ne kadar nefes almamız gerektiğini hesaplar ve ciğerlerimizi ona
göre çalıştırır. Nefes almaya bu kadar çok ihtiyaç duymamızın nedeni,
vücudumuzda her saniye gerçekleşen milyarlarca ayrı işlemin, hep oksijen
sayesinde gerçekleşen reaksiyonlardan enerji sağlamasıdır.
Şu anda bu yazıyı
okuyabilmeniz, gözünüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücrenin
sürekli olarak oksijenle beslenmesi sayesinde mümkün olmaktadır. Eğer
kanınızdaki oksijen oranı düşerse, “gözünüz kararır”. Bunun gibi,
vücuttaki tüm kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin tümü, karbon
bileşiklerini “yakarak” yani oksijenle reaksiyona sokarak enerji elde
eder. Bu enerji elde edildiğinde ise ortaya vücuttan atılması gereken
karbondioksit çıkar.
İşte bunun için nefes
alırız. Havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizde bulunan
yaklaşık 300 milyon küçük odacığa oksijen dolar. Bu odacıkların
duvarlarını kaplayan kılcal damarlar hemen bu oksijeni çekerler ve önce
kalbe sonra da vücudun her tarafına taşırlar. Kılcal damarlar oksijeni
içeri alırken, aynı anda da atık madde olan karbondioksiti bırakırlar.
Yarım saniye sürmeyen bu işlem sayesinde, içimize çektiğimiz temiz
(oksijenli) havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz.
Akciğerlerimizde neden 300
milyon odacık olduğunu düşünebilirsiniz. Bundaki amaç, ciğerin hava ile
temas eden alanını maksimuma çıkarmaktır. Odacıklar sayesinde
sıkıştırılmış olan bu alan gerçekte o kadar büyüktür ki, eğer bu alanı
ciğerin içinden çıkarıp düz bir yüzeye yaysak, bir tenis kortu kadar yer
kaplar.
Burada bir noktaya dikkat
edelim: Akciğerlerin içindeki odacıkların ve dolayısıyla bu odacıklara
giden kanalların bu kadar dar olması, oksijen solunumunu artırmak için
yapılmış harika bir tasarımdır. Ama bu tasarım, bir başka şartın yerine
gelmesine bağlıdır: Havanın yoğunluğunun, akışkanlığının ve basıncının,
bu kadar dar kanallar içinde rahatlıkla hareket edebilecek değerlerde
olmasına.
Havanın basıncı 760 mm Hg’dir. Yoğunluğu, deniz seviyesinde, litre başına bir gram civarındadır.
Deniz yüzeyindeki
akışkanlığı ise, suyun elli katı kadar fazladır. Birer önemsiz rakam
sanabileceğimiz bu değerler, gerçekte bizim yaşamımız için çok
kritiktirler. Çünkü, “hava soluyan canlıların var olabilmesi için,
atmosferin genel karakteristik özellikleri-yoğunluğu, akışkanlığı,
basıncı vs.-şu anda sahip oldukları değerlere çok çok benzer olmak
zorundadır”. Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 127
Nefes alırken ciğerlerimiz
“hava direnci” denen bir güce karşı enerji kullanırlar. Hava direnci,
havanın harekete karşı gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ancak bu direnç,
atmosferin özellikleri sayesinde çok zayıftır ve ciğerlerimiz
kolaylıkla havayı içeri çekip dışarı itebilirler. Bu direncin biraz
artması ise, ciğerlerimizin zorlanmaya başlamasına neden olacaktır.
Buradaki mantık bir örnekle açıklanabilir: Bir enjektörün iğnesinden su
çekmek kolaydır, ama aynı iğneyle bal çekmek çok daha zordur. Çünkü bal,
sudan daha az akışkanlığa ve daha yüksek bir yoğunluğa sahiptir.
İşte eğer atmosferin
yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerleri biraz farklılaşsa, nefes
almak bizim için bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktır. Bu durum
karşısında “o zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir” diye düşünmek,
yani akciğer kanallarının genişletilmesini önermek ise yanlıştır.
Çünkü o zaman ciğerlerin
hava ile temas eden alanı çok küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli
oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşmaktadır. Yani havanın yoğunluk,
akışkanlık, basınç gibi değerlerinin mutlaka belirli bir aralık içinde
olması şarttır, ve bugün soluduğumuz havanın sahip olduğu değerler, tam
da bu dar aralığın içindedir.
Michael Denton, bu konu hakkında şu yorumu yapar:
Eğer havanın yoğunluğu ya da
durgunluğu biraz daha fazla olsaydı, hava direnci çok büyük oranlara
çıkacaktı ve hava soluyan bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen oranını
sağlayacak bir solunum sistemi tasarlamak imkansız hale gelecekti…
Muhtemel atmosfer basınçları ile muhtemel oksijen oranlarını
karşılaştırarak “hayat için uygun” bir rakamsal değer aradığımızda, çok
sınırlı bir aralıkla karşılaşırız. Hayat için gerekli olan çok fazla
şartın hepsinin bu küçük aralıkta gerçekleşmesi-ve atmosferin de bu
aralıkta olması-elbette ki çok olağanüstü bir uyumdur. Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 128
Atmosferin rakamsal
değerleri, sadece bizim solunumumuz için değil, mavi gezegenin “mavi”
olarak kalması için de önemlidir. Eğer atmosfer basıncı şu anki
değerinden beşte bir kadar azalsa, denizlerdeki buharlaşma oranı çok
fazla yükselecek ve atmosferde çok yüksek oranlara varacak olan su
buharı tüm Dünya üzerinde bir “sera etkisi” oluşturarak gezegenin
ısısını aşırı derecede yükseltecektir. Eğer atmosfer basıncı şu anki
değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı
oranı büyük ölçüde azalacak ve Dünya üzerindeki karaların tamamına
yakını çölleşecektir.
Tüm bu dengeler, Dünya’nın
diğer özellikleri gibi atmosferinin de insan yaşamı için özel olarak
yaratıldığını göstermektedir. Bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, bizlere
evrenin başıboş bir madde yığını olmadığını bir kez daha
ispatlamaktadır. Elbette ki, tüm evrene hakim olan, maddeyi dilediği
gibi şekillendiren, galaksileri, yıldızları ve gezegenleri kudreti
altında tutan bir Yaratıcı vardır.
O üstün Yaratıcı, Kuran’da bizlere öğretmiş olduğu gibi, tüm evrenin Rabbi olan Allah’tır.
Üzerinde yaşadığımız mavi
gezegen ise, Allah tarafından bizim yaşamımız için özel olarak
düzenlenmiş, Kuran’da ifade edildiği gibi dünya insan için “serilip-döşenmiştir“. (Naziat Suresi, 30) Allah’ın Dünya’yı insan için yarattığını bildiren diğer bazı ayetler ise şöyledir:
Allah, yeryüzünü
sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi,
suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size
güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur.
Alemlerin Rabbi Allah ne Yücedir. (Mümin Suresi, 64)
Sizin için,
yeryüzüne boyun eğdiren O’dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve
O’nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır. (Mülk Suresi, 15)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder