8 Haziran 2012 Cuma

DÜNYANIN KÜTLESİ VE MANYETİK ALANI

Dünya’nın Güneş’e olan mesafesi, dönüş hızı ya da yeryüzü şekilleri kadar, büyüklüğü de önemlidir. Dünyamız’ı, Dünya’nın kütlesinin sadece % 8′i kadar bir kütleye sahip olan Merkür’le, ya da Dünya’dan 318 kat daha büyük bir kütleye sahip olan Jüpiter’le karşılaştırdığımızda, gezegenlerin çok farklı büyüklüklere sahip olabileceklerini görürüz. Peki acaba bu kadar farklı büyüklükteki gezegenler içinde, Dünyamız’ın büyüklüğü tesadüfen mi belirlenmiştir?
Hayır! Yerkürenin özelliklerini incelediğimizde, üzerinde yaşadığımız bu gök cisminin tam olması gerektiği büyüklükte olduğunu görürüz. Amerikalı jeologlar Press ve Siever, Dünya’nın bu yönden “uygunluğu” hakkında şu bilgileri verirler:
Dünya’nın büyüklüğü tam olması gerektiği kadardır. Daha küçük olsa yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosferi Dünya’nın etrafında tutamayacaktı, daha büyük olsaydı bu kez de yerçekimi çok artacak ve bazı zehirli gazları da tutarak atmosferi öldürücü hale getirecekti…  F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4
Dünya’nın kütlesinin yanısıra, iç yapısı da yaşam için özel bir tasarıma sahiptir. Bu iç yapıdaki tabakalar sayesinde, Dünya bir manyetik alana sahiptir ve bu manyetik alan yaşamın korunması için çok önemlidir. Press ve Siever bu konuyu şöyle açıklarlar:
Dünya’nın çekirdeği ise çok büyük bir hassasiyetle dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen bir ısı motorudur… Eğer bu motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki yapılarına ulaşamazlardı… Demir hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı çekirdeğe inmezdi ve böylece Dünya’nın manyetik alanı hiçbir zaman oluşmazdı… Eğer Dünya’nın daha fazla radyoaktif yakıtı olsaydı ve dolayısıyla daha hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik bulutlar Güneş’i kapatacak kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale gelir ve Dünya yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve depremlerle sarsılırdı. F. Press, R. Siever, Earth, New York: W. H. Freeman, 1986, s. 4
http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/isimotoru2.jpg
Dünya’nın merkezinde bir tür ıısı motoru vardır. Bu öylesine kusursuz bir biçimde ayarlanmıştır ki, hem Dünyayı koruyan manyetik alanı oluşturacak kadar güçlü, hem de yerkabuğunu lavlara boğmadan taşıyacak kadar dengelidir.
Press ve Siever’ın sözünü ettikleri manyetik alan, yaşamımız için büyük öneme sahiptir. Bu manyetik alan, yukarıda belirtildiği gibi, yerkürenin çekirdeğinin yapısından kaynaklanır.
Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bu alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur. Güneş dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya’nın etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya’nın on binlerce kilometre uzağında manyetik halkalar çizen Van Allen Kuşakları, Dünya’yı bu öldürücü enerjiden korur.
Söz konusu plazma bulutlarının, kimi zaman Hiroşima’ya atılan gibi 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Aynı şekilde kozmik ışınlar da çok şiddetli olabilirler. Ama Dünya’nın manyetik alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece % 0.1′ni geçirmekte ve kalan bu binde birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu manyetik alanı üretmek için kullanılan elektrik enerjisi bir milyar amperlik bir akımdır ki, insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik enerjisinin toplamına yakındır.
Eğer Dünya’nın bu manyetik kalkanı olmasa, yeryüzündeki yaşam sık sık öldürücü ışınlarla tahrip edilecek, belki de hiç var olmayacaktı. Ama Press ve Sevier’in belirttiği gibi, yerkürenin çekirdeği tam olması gerektiği gibi olduğu için, Dünya bu şekilde korunur.
Bir başka deyişle, gökyüzünde, Kuran’daki “gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık; onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar” ayetiyle (Enbiya Suresi, 32) dikkat çekildiği gibi, bizler için kurulmuş özel bir koruyucu kalkan vardır.
ATMOSFERİN UYGUNLUĞU
http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/atmosfer2.jpgDünya, şimdiye kadar incelediğimiz gibi, hem yaşam için gerekli sıcaklığa, hem gerekli kütleye, hem de yaşamı koruyan özel kalkanlara sahiptir. Ama bunlar Dünya üzerinde canlılığın var olması için yeterli şartlar değildir. Çok önemli bir başka şart, atmosferin yapısıdır.
Bilimkurgu filmleri, insanları kimi zaman yanlış yönlendirirler. Bunun bir örneği, bu filmlerde sık sık rastlanan “kolay atmosfer uygunluğu”dur. Uzay gemisiyle uzak bir gezegene yaklaşan insanlar, gezegene inmeden önce atmosferinin solunabilir olup olmadığına bakarlar.
Genellikle de solunabilir bir atmosfer çıkar. Bu senaryolar, insanoğlunun kolaylıkla ve tesadüfen uygun atmosferler bulabileceği gibi bir izlenim vermektedir. Oysa eğer gerçekten uzay gemileri ile evrenin derinliklerinde gezinseydik, Dünya dışındaki bir başka gezegende solunabilir bir atmosfer bulmak, neredeyse imkansız olurdu. Çünkü Dünya’nın atmosferi, yaşam için gerekli son derece özel şartları biraraya getirerek tasarlanmış olağanüstü bir karışımdır.
Dünya atmosferi, % 77 azot, % 21 oksijen ve %1 oranında karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından oluşur. Öncelikle bu gazların en önemlisi ile, oksijenle başlayalım. Oksijen çok önemlidir, çünkü insan gibi kompleks bedenlere sahip canlıların enerji elde etmek için kullandıkları çoğu kimyasal reaksiyon oksijen sayesinde gerçekleşir. Karbon bileşikleri oksijenle reaksiyona girerler. Reaksiyon sonucunda su, karbondioksit ve enerji açığa çıkar. Hücrelerimizde kullandığımız ve ATP (adenosin trifosfat) adı verilen enerji paketçikleri, bu reaksiyonla ortaya çıkarlar. İşte biz de bu nedenle sürekli olarak oksijene ihtiyaç duyarız ve bu ihtiyacı karşılamak için solunum yaparız.
http://www.harunyahya.org/bilim/hy_evrenin_yaratilisi/res/yangin.jpgİşin ilginç yanı, soluduğumuz havadaki oksijen oranının, son derece hassas dengelerle tespit edilmiş oluşudur. Michael Denton, bu konuda şunları yazar:
Atmosferimiz daha fazla oksijen içerebilir ve buna rağmen hayatı destekleyebilir miydi? Hayır! Oksijen çok reaktif bir elementtir. Şu anda atmosferde bulunan okijeninin oranı, yani yüzde 21, yaşamın güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam ideal noktasındadır. Yüzde 21′in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı, bir yıldırımın orman yangını başlatma olasılığını % 70 artıracaktır. Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 121
İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise aynı konu hakkında şöyle yazar:
Yüzde 25′lik bir oksijen oranının daha yukarısında, şu anda kullandığımız bitkisel besinlerin çok azı, tüm tropik ormanları ve arktik tundraları yok edecek olan dev yangınlardan korunabilirdi… Atmosferin şu anki oksijen oranı, tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamdadır. James J. Lovelock, Gaia, Oxford: Oxford University Press, 1987, s. 71
Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması da, mükemmel bir “geri dönüşüm” sistemi sayesinde gerçekleşir. Hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini gerçekleştirir, ve karbondioksiti hayat verici oksijene çevirerek canlılığın devamını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır.
Bu iki canlı grubu, yani bitkiler ve hayvanlar, eğer aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi Dünya çok kısa sürede yaşanılmaz bir gezegene dönüşürdü. Örneğin hem hayvanlar hem de bitkiler oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede “yanıcı” bir özellik kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya dev bir “tüp patlaması”yla yanarak kavrulurdu. Öte yandan eğer hem bitkiler hem de hayvanlar karbondioksit üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen “boğularak” toplu halde ölmeye başlarlardı.
Ancak canlılığın dengesi öylesine kusursuzca kurulmuştur ki, atmosferdeki oksijen oranı hep canlılık içinde en ideal olan oranda, Lovelock’ın ifadesiyle “tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamda” durmaktadır.
Atmosferin çok iyi bir biçimde dengelenmiş bir başka yönü ise, onu solumamızı sağlayan ideal yoğunluğudur. www.detaysanati.com
ATMOSFER VE NEFES
Hayatımızın her dakikasında nefes alırız. Sürekli olarak ciğerlerimize hava çeker ve hemen sonra da aynı havayı geri veririz. Bunu o kadar çok yaparız ki, “normal” bir işlem olduğunu düşünürüz. Oysa gerçekte nefes almak çok kompleks bir olaydır.
Vücut sistemimiz öyle bir biçimde ayarlanmıştır ki, nefes alırken bu işi düşünmemize gerek kalmaz. Yürürken, koşarken, kitap okurken hatta uyurken, vücudumuz sürekli olarak ne kadar nefes almamız gerektiğini hesaplar ve ciğerlerimizi ona göre çalıştırır. Nefes almaya bu kadar çok ihtiyaç duymamızın nedeni, vücudumuzda her saniye gerçekleşen milyarlarca ayrı işlemin, hep oksijen sayesinde gerçekleşen reaksiyonlardan enerji sağlamasıdır.
Şu anda bu yazıyı okuyabilmeniz, gözünüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücrenin sürekli olarak oksijenle beslenmesi sayesinde mümkün olmaktadır. Eğer kanınızdaki oksijen oranı düşerse, “gözünüz kararır”. Bunun gibi, vücuttaki tüm kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin tümü, karbon bileşiklerini “yakarak” yani oksijenle reaksiyona sokarak enerji elde eder. Bu enerji elde edildiğinde ise ortaya vücuttan atılması gereken karbondioksit çıkar.
İşte bunun için nefes alırız. Havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küçük odacığa oksijen dolar. Bu odacıkların duvarlarını kaplayan kılcal damarlar hemen bu oksijeni çekerler ve önce kalbe sonra da vücudun her tarafına taşırlar. Kılcal damarlar oksijeni içeri alırken, aynı anda da atık madde olan karbondioksiti bırakırlar. Yarım saniye sürmeyen bu işlem sayesinde, içimize çektiğimiz temiz (oksijenli) havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz.
Akciğerlerimizde neden 300 milyon odacık olduğunu düşünebilirsiniz. Bundaki amaç, ciğerin hava ile temas eden alanını maksimuma çıkarmaktır. Odacıklar sayesinde sıkıştırılmış olan bu alan gerçekte o kadar büyüktür ki, eğer bu alanı ciğerin içinden çıkarıp düz bir yüzeye yaysak, bir tenis kortu kadar yer kaplar.
Burada bir noktaya dikkat edelim: Akciğerlerin içindeki odacıkların ve dolayısıyla bu odacıklara giden kanalların bu kadar dar olması, oksijen solunumunu artırmak için yapılmış harika bir tasarımdır. Ama bu tasarım, bir başka şartın yerine gelmesine bağlıdır: Havanın yoğunluğunun, akışkanlığının ve basıncının, bu kadar dar kanallar içinde rahatlıkla hareket edebilecek değerlerde olmasına.
Havanın basıncı 760 mm Hg’dir. Yoğunluğu, deniz seviyesinde, litre başına bir gram civarındadır.
Deniz yüzeyindeki akışkanlığı ise, suyun elli katı kadar fazladır. Birer önemsiz rakam sanabileceğimiz bu değerler, gerçekte bizim yaşamımız için çok kritiktirler. Çünkü, “hava soluyan canlıların var olabilmesi için, atmosferin genel karakteristik özellikleri-yoğunluğu, akışkanlığı, basıncı vs.-şu anda sahip oldukları değerlere çok çok benzer olmak zorundadır”. Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 127
Nefes alırken ciğerlerimiz “hava direnci” denen bir güce karşı enerji kullanırlar. Hava direnci, havanın harekete karşı gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ancak bu direnç, atmosferin özellikleri sayesinde çok zayıftır ve ciğerlerimiz kolaylıkla havayı içeri çekip dışarı itebilirler. Bu direncin biraz artması ise, ciğerlerimizin zorlanmaya başlamasına neden olacaktır. Buradaki mantık bir örnekle açıklanabilir: Bir enjektörün iğnesinden su çekmek kolaydır, ama aynı iğneyle bal çekmek çok daha zordur. Çünkü bal, sudan daha az akışkanlığa ve daha yüksek bir yoğunluğa sahiptir.
İşte eğer atmosferin yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerleri biraz farklılaşsa, nefes almak bizim için bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktır. Bu durum karşısında “o zaman enjektörün iğnesi kalınlaşabilir” diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesini önermek ise yanlıştır.
Çünkü o zaman ciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşmaktadır. Yani havanın yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerlerinin mutlaka belirli bir aralık içinde olması şarttır, ve bugün soluduğumuz havanın sahip olduğu değerler, tam da bu dar aralığın içindedir.
Michael Denton, bu konu hakkında şu yorumu yapar:
Eğer havanın yoğunluğu ya da durgunluğu biraz daha fazla olsaydı, hava direnci çok büyük oranlara çıkacaktı ve hava soluyan bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen oranını sağlayacak bir solunum sistemi tasarlamak imkansız hale gelecekti… Muhtemel atmosfer basınçları ile muhtemel oksijen oranlarını karşılaştırarak “hayat için uygun” bir rakamsal değer aradığımızda, çok sınırlı bir aralıkla karşılaşırız. Hayat için gerekli olan çok fazla şartın hepsinin bu küçük aralıkta gerçekleşmesi-ve atmosferin de bu aralıkta olması-elbette ki çok olağanüstü bir uyumdur. Michael Denton, Nature’s Destiny, s. 128
Atmosferin rakamsal değerleri, sadece bizim solunumumuz için değil, mavi gezegenin “mavi” olarak kalması için de önemlidir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden beşte bir kadar azalsa, denizlerdeki buharlaşma oranı çok fazla yükselecek ve atmosferde çok yüksek oranlara varacak olan su buharı tüm Dünya üzerinde bir “sera etkisi” oluşturarak gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltecektir. Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı oranı büyük ölçüde azalacak ve Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecektir.
Tüm bu dengeler, Dünya’nın diğer özellikleri gibi atmosferinin de insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını göstermektedir. Bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, bizlere evrenin başıboş bir madde yığını olmadığını bir kez daha ispatlamaktadır. Elbette ki, tüm evrene hakim olan, maddeyi dilediği gibi şekillendiren, galaksileri, yıldızları ve gezegenleri kudreti altında tutan bir Yaratıcı vardır.
O üstün Yaratıcı, Kuran’da bizlere öğretmiş olduğu gibi, tüm evrenin Rabbi olan Allah’tır.
Üzerinde yaşadığımız mavi gezegen ise, Allah tarafından bizim yaşamımız için özel olarak düzenlenmiş, Kuran’da ifade edildiği gibi dünya insan için “serilip-döşenmiştir“. (Naziat Suresi, 30) Allah’ın Dünya’yı insan için yarattığını bildiren diğer bazı ayetler ise şöyledir:
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne Yücedir. (Mümin Suresi, 64)
Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O’dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O’nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O’nadır. (Mülk Suresi, 15)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder